028 15-Mektub

15
ONBEŞİNCİ MEKTÛB
 
Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. İniş makâmındaki hâl­leri ve birkaç gizli bilgiyi açıklamakdadır:

Hâzır olan gâibin, bulmuş olan kaçırmışın, kavuşmuş olan mahrûmun sunduğu şöyledir ki: Çok zemândır onu arardım, hep kendimi bulurdum. Sonra, işim öyle oldu ki, kendimi arasaydım, onu bulurdum. Şimdi, onu gayb etdim, kendimi buluyorum. Onu kaçırdığım hâlde aramıyorum, yok oldu­ğu hâlde özlemiyorum. İlm bakımından huzûrdayım, kavuşmuşum, karşı­lıyorum. Zevk bakımından ise, gayb etdim, aramıyorum. Zâhiri bekâ, bâ­tını fenâdır. Bekâda iken fânîdir. Fenâda olduğu hâlde bâkîdir. Fekat, ilm­le olan fenâdır ve zevkle olan bekâdır. İşi, düşmekde ve inmekdedir. İler­lemekden ve yükselmekden kalmışdır. Onu, kalbden kalbin sâhibine götür­müşlerdi. Şimdi kalbin sâhibinden kalb makâmına indirdiler. Rûh, nefsden kurtulmuşdu. Nefs de itmînâna kavuşdukdan sonra rûhun nûrlarının çok­luğundan çıkmışdı. Şimdi rûh ile nefsi onda topladılar. Onu her ikisi ara­sında geçit yapdılar. Bu aracılıkla, yukarıdan almak, aşağıya vermek ni’me­tini ihsân etdiler. Fâideli şeyleri alır, aldıklarını başkalarına verir. Hem alı­cı ve hem vericidir. Fârisî mısra’ tercemesi:

Dahâ söylersem, sonu gelmez.

Yüksek makâmınıza sunulur ki, sol el, kalb makâmına işâretdir. Kalbin sâhibine yükselmeden öncedir. Yukarıdan indikden sonra kalb makâmına getirirler. Bu makâm başkadır. Sağ ile sol arasında geçitdir. Kavuşanlar, bu­nu iyi bilir. Sülûk yapmamış olan meczûblar, kalb makâmına varırlar.

Bun­lara (Erbâb-i kulûb) denir. Kalbin sâhibine kavuşmak için sülûk yapmak lâzımdır. Bir makâmın bir kimseye verilmesi demek, ona bu makâmda husûsî bir şân hâsıl olması demekdir. Bu şân ile, o makâmın erbâbından ay­rılır. Ayrılıklarından biri, cezbenin, önce olması demekdir ve o makâmda husûsî bekâsı hâsıl olarak o makâmın bilgilerine ve ma’rifetlerine kavuşur. Kalb makâmının bilgileri ve cezbenin, sülûkün, fenâ ve bekânın ne ol­dukları ve bunlara benzer bilgiler, bundan evvelki mektûblarda, yazılarak sunulacağı bildirilen kitâbda açıklanmışdır. Mîr Seyyid Şâh Hüseyn, ace­le ile yola çıkdı, temize çekmek nasîb olmadı. Bu kitâb üzerindeki kıymet­li düşüncelerinizi ve emrlerinizi okumakla şerefleniriz inşâallahü teâlâ. Azîz Mütevakkıf cezbe makâmında yukarıdan inmişdir. Fekat yüzü bu âleme de­ğildir. Hep yukarıya bakmakdadır. Yükselmesi başkasının çekmesiyle ol­duğu için cezbeye uygundur. İnerken, birlikde az birşey getirdi. Nisbetinin aslı, başkasına bağlı olan teveccüh idi. Kendisini bu teveccüh yükseltiyor­du. Bu nisbeti şimdi de vardır. Cezbe nisbetinde, ceseddeki rûh gibidir ve karanlıkda bulunan ışık kaynağı gibidir. Fekat bu cezbe, büyüklerimizin bil­dirdiği cezbe değildir “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”. O cezbe, Hâce-i Ah­râr “kuddise sirruh” hazretlerine yüksek dedelerinden gelmişdir. [Ya’nî an­nesinin dedelerinden gelmişdir. (Reşehât) kitâbı.] O büyüklerin, bu makâm­da husûsî şânları vardır. Birkaç talebe rü’yâda gördüler ki, yukarıda adı ge­çen Azîz Mütevakkıf, Hâceyi yimişdir. Bu rü’yâ, bu makâmın görüneceği­ni göstermekdedir. Bu cezbenin fâide vermek makâmı ile ilişiği yokdur. Bu makâmda, yüz, hep yukarı doğrudur ve hep şü’ûrsuzluk lâzımdır. Cezbe ma­kâmlarından çoğuna kavuşdukdan sonra bunlar sülûke uygun olmaz. Bun­ları yazarken o makâma doğru idim. Ba’zı incelikleri göründü. Sebebsiz te­veccüh olunamıyor. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. O azîz, birkaç aydan beri aşağı inmişdir. Fekat bu cezbe makâmına tam girmiyor. Bu makâmın şânını bilmediği için giremiyor. Dağınık düşünceleri buna sebeb oluyor. Bu saçma yazılar yüksek kapınıza kavuşduğu zemânda, bu makâ­ma tam gireceğini ümmîd ederim. Hâce hazretlerini bundan sonra tam in­dirirler.