253 210-Mektub

Tesavvuf yoluna girmek, islâmiyyetin inanılacak şeylerine îmânı kuvvet­lendirmek içindir. Böylece îmân, düşünerek anlamak zorluğundan kurtu­larak, görmüş gibi sağlam ve vicdânî olur ve kısaca inanmak yerine, etraf­lı ve derin îmân hâsıl olur. Meselâ, Allahü teâlânın varlığına ve bir olduğu­na önce düşünerek veyâ başkalarından görerek inanıyordu. Tesavvuf yo­lunda ilerlemek nasîb olunca, o düşünerek ve işiterek olan îmân, şimdi bu­larak, anlıyarak hâsıl olur. Îmânı olgunlaşır. İnanılacak şeylerin hepsine de, böyle îmân hâsıl olur. Tesavvuf yoluna girmenin ikinci fâidesi, fıkhda bil­dirilen vazîfeleri yapmakda kolaylık elde etmek ve nefs-i emmâreden ile­ri gelen güçlükleri yok etmekdir. Bu fakîr, iyi anladım ki, tesavvuf, islâmiy­yetin yardımcısıdır. İslâmiyyetden başka birşey değildir. Böyle olduğunu, mektûblarımda, kitâblarımda açıkladım. Bu iki fâideye kavuşmak için, tesavvuf yolları içinden, Ebû Bekr-i Sıddîkın yolunu seçmek iyi ve dahâ uy­gundur. Çünki, bu yolun büyükleri sünnet-i seniyyeye yapışmışlar ve bid’atlerden sakınmışlardır. Bunun için, sünnete yapışmak nasîb olup da, ellerine birşeyler geçmezse üzülmezler, sevinirler. Eğer ahvâl ve mevâcî­de kavuşur, fekat sünnete yapışmakda gevşek davranırlarsa, o hâlleri, vecdleri hiç beğenmezler. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyuruyor ki, (Ahvâl ve mevâcîdi bize verseler, fekat, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâ­dını içimize yerleşdirmeseler, kendimi mahv olmuş bilirim. Eğer, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâdını verseler, ahvâl ve mevâcîd hiç vermeseler, hiç üzülmem). Bundan başka, bu yolda, nihâyetde kavuşulacak şeyleri, başlan­gıçda tatdırırlar. Bunun için, dahâ ilk adımda, başkalarının, en son kavu­şacaklarını ele geçirirler. Arada yalnız icmâl ve tafsîl bakımından fark olur. Ya’nî topluca, kısa ve açık, geniş olmak farkı vardır. Bu yol, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” yoludur. Çünki, Resûlullahın “sallallahü aley­hi ve sellem” dahâ ilk sohbetinde öyle şeyler kazanmışlardır ki, ümmet ara­sındaki Velîlerin, bunlara, en sonda kavuşdukları bilinmemekdedir. Bunun içindir ki, Tâbi’înin en üstünü olan, Veysel Karânî “rahmetullahi aleyh” haz­ret-i Hamzanın kâtili olan Vahşînin “radıyallahü anhümâ”, Resûlullahın bir kerrecik sohbetinde bulunmakla yükseldiği mertebeye yetişememişdir. Çünki sohbetin fazîleti, bütün fazîletlerin ve kemâllerin üstündedir. Çün­ki, onların îmânları, görerek kuvvetlenmişdir. Bu ni’met, başkalarına na­sîb olmamışdır. Fârisî mısra’ tercemesi:

İşitmek, görmek gibi olabilir mi?

Bunun içindir ki, bunların bir avuç arpa sadaka vermekle kazandıkları dereceler, başkalarının dağ kadar altın vererek kazandıkları dereceden kat­kat dahâ yüksekdir. Eshâb-ı kirâmın hepsinin yüksekliği böyledir “rıdvâ­nullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Hepsini büyük bilmemiz lâzımdır. Hepsi­ne iyi gözle bakmalı, hepsini sevmeli, övmeliyiz. Çünki, Eshâb-ı kirâmın hepsi âdildir. İslâmiyyeti bildirmekde, hepsi ortakdır. Birinin bildirdiği, öte­kinin bildirdiğinden dahâ kıymetli değildir. Kur’ân-ı kerîmi onlar topladı. Âyet-i kerîmeler, herbirinin adâletine güvenerek, hepsinden, birer ikişer alınarak, bir araya getirildi. Bir kimse, Eshâb-ı kirâmdan birini kötülerse, bu sözü Kur’ân-ı kerîme dokunur. Çünki, birkaç âyet-i kerîme, ondan alınmış olabilir. Bu büyüklerin aralarında olan çekişmelerin, muhârebele­rin iyi sebeblerle yapıldığını söylemeliyiz. Nefse uymakla, kin ve inâd ile olmadığına inanmalıyız. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” hazretleri, Eshâb-ı kirâmı çok iyi tanıyordu. Bu büyük âlim buyurdu ki: (Allahü teâ­lâ, o kanlara ellerimizi bulaşdırmadı. Biz de, onlara dilimizi karışdırmıya­lım!). İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin de böyle söylediği haber veril­mişdir. Vesselâmü evvelen ve âhıren.