178 135-Mektub

135
YÜZOTUZBEŞİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, yine, hep iyi düşünen, sâdık olan Muhammed Sıddîka ya­zılmışdır. Evliyâlık mertebelerini bildirmekdedir:

Vilâyet,ya’nî evliyâlık, Fenâya ve Bekâya kavuşmak demekdir. [Fenâ, kalbde, mahlûkların düşünülmesi, sevgisi kalmamasıdır. Bekâ, kalbde yal­nız Allah sevgisi bulunmasıdır.] Bu da, herkes için olur veyâ belli kimse­ler için olur. Herkes için olan (Mutlak vilâyet)dir. Belli kimselere mahsûs olan ise, (Vilâyet-i Muhammediyye)dir “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”. Buradaki Fenâ tâmdır. Bekâsı da ekmeldir. Bu büyük ni’me­te kavuşmakla şereflenen kimsenin derisi ibâdet için yumuşar. Göğsü islâ­miyyet için genişler. Nefsi, itmînân hâsıl ederek Mevlâsından râzı olur. Mev­lâsı da, ondan râzı olur. Kalbini sâhibine teslîm eder. Rûhu kurtularak, ha­kîkî sıfatları [Allahü teâlânın sıfât-ı hakîkıyyesini] keşf eder. Sırrı, o makâm­da, şü’ûn ve i’tibârları müşâhede eder ve bu makâmda, şimşek gibi çakıp hemen gayb olan (Tecelliyât-i zâtiyye)lere kavuşmakla şereflenir.

Hafî denilen latîfesi, tenezzüh, tekaddüs ve kibriyânın kemâli karşısın­da şaşkına döner. Ahfâsı, anlaşılamıyan ve anlatılamıyan bir vuslata kavu­şur. Arabî mısra’ tercemesi:

Ni’mete kavuşanlara âfiyet olsun!

Bundan anlaşılıyor ki, (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye) “alâ sâhibihes­salâtü vesselâmü vettehıyye”, başka vilâyetlerin mertebelerine benzemez. Yükselirken de ve inerken de onlardan başkadır. Yükselirken başkadır de­dik. Çünki, ahfâ denilen latîfenin Fenâsı ve Bekâsı yalnız bu Vilâyet-i hâssada olur. Başka vilâyetlerdeki urûc, yalnız hafîye kadardır. Fekat çok­ları, rûh makâmına kadar veyâ sır makâmına kadar, birkaçı da hafîye ka­dar yükselir. Herkes için olabilen (Vilâyet-i âmme) derecelerinin en sonu, hafî makâmıdır. İnişdeki başkalığa gelince, (Vilâyet-i hâssa-i Muhamme­diyye) ile şereflenen Evliyânın, maddeden olan cesedleri de, bu vilâyetin derecelerinin kemâllerinden pay alır. Çünki, bunların Peygamberi “sallal­lahü teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” mi’râc gecesi Allahü teâlânın dile­diği makâma kadar, mubârek cesedi ile götürüldü. Cennet ve Cehennem kendisine gösterildi. Kendisine gizli şeyler söylendi. O makâmda Allahü te­âlâyı baş gözü ile görmekle şereflendi. Mi’râcların böylesi, bu yüce Peygam­bere “aleyhissalâtü vesselâm” mahsûsdur. Ona tâm uyan, izinde giden Velîler de, bu husûsî mertebeden serpilen kırıntılara kavuşurlar. Arabî mısra’ tercemesi:

Kerîmlerin sofrasından toprağa da pay düşer.

Böyle olmakla berâber, Allahü teâlâyı dünyâda görmek, yalnız Mu­hammed aleyhisselâma mahsûsdur. Onun ayakları altında bulunan Evliyâ­ya “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” hâsıl olan hâl, görmek değildir. İkisi arasındaki başkalık, birşeyin kendi ile resmi veyâ kendisi ile gölgesi gibidir. Bunların birbirinden başka olduğu meydândadır.