142 95-Mektub

 95

DOKSANBEŞİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, seyyid Ahmed-i Necvâreye yazılmışdır. İnsan herşeyi ken­dinde toplamışdır. İnsanın kalbi de böyle yaratılmışdır. Tesavvuf büyükle­rinden birkaçının sekr hâlinde iken, kalbin genişliğini bildiren sözlerine is­lâmiyyete uygun ma’nâ vermek lâzım olduğu bildirilmekdedir:

Her insan, bir toplulukdur. Varlıkda bulunan herşey insanda da vardır. Bu imkân âleminde bulunan herşeyin kendisi, vücûb âleminde bulunanla­rın ise, sûretleri, benzerleri insanda bulunur. (Allahü teâlâ, Âdemi kendi­si gibi yaratdı) hadîs-i şerîfdir. Demek ki, vücûb mertebesinde ya’nî, Alla­hü teâlâda ve sıfatlarında bulunanların, insanda birer sûreti, birer benze­ri vardır. İnsanın kalbi de, böyle bir toplulukdur. İnsanda bulunan herşey kalbde de vardır. Bunun için, insanın kalbine (Hakîkat-i câmi’a) denir. Tesavvuf büyüklerinden birçoğu, herşeyin kalbde bulunduğunu görünce, kalbin genişliğini bildirmek için, (Arş ve içinde bulunan herşey, ârifin kal­binin bir köşesine konsa, hiç duyulmaz) demişlerdir. Çünki, bütün madde­ler ve gökler ve Arş ve Kürsî kalbde bulunmakdadır. Mekânlı ve mekânsız, maddeli ve maddesiz herşey kalbde bulunmakdadır. Kalbde, mekânsız, maddesiz, herşey bulunduğuna göre, Arşın ve Arş içinde bulunanların kalbdeki yeri ne kadarcık olabilir? Çünki, Arş çok büyük ise de, maddeden yapılmışdır ve mahlûkdur. Mekânı olan ya’nî maddeden yapılmış olan bir­şey ne kadar geniş olursa olsun, mekânsız olanın yanında çok küçük kalır.

Tesavvuf büyüklerinden sahv sâhibi olanlar, ya’nî sekrden kurtulmuş olanlar “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” böyle sözlerin, sekr sözü olduğu­nu bildirmişlerdir. Sekr hâlinde olanlar, bir şeyin kendisi ile görünüşünü bir­birinden ayıramaz. Görünüşünü kendisi sanır. Arş, tâm zuhûra kavuş­makdadır. Kalbe yerleşmez. Kalbde yerleşen, arşın kendisi değildir. Örne­ğidir, görüntüsüdür. Bu örneğin, kalbden çok küçük olacağı meydanda bir şeydir. Çünki kalbde böyle sayısız örnekler vardır. Gök, başka şeyler gi­bi aynada görününce, ayna gökden dahâ genişdir denilemez. Evet, ayna­daki gökün görüntüsü aynadan küçükdür. Fekat bundan, gökün kendisinin de aynadan küçük olması lâzım gelmez. Bunu başka bir misâl ile de açık­lıyalım: İnsanda toprak maddeleri vardır. Bunun için insan yer yüzünden dahâ büyükdür denilemez. Hattâ yer küresi yanında, insanın büyüklüğü, hiç denecek kadar küçükdür. Birşeyin nümûnesini, örneğini, o şeyin ken­disi sanmak, bu yanlışlığa yol açmakdadır.

Tesavvuf büyüklerinden birkaçının “rahmetullahi aleyhim ecma’în” sekr hâlinde iken söyledikleri başka sözler de böyledir. (Cem’i Muhamme­dî, cem’i ilâhîden dahâ genişdir) sözleri gibi. Muhammed aleyhisselâmda, imkânın ya’nî mahlûkların kendileri ile vücûbün ya’nî Allahü teâlânın ve sıfatlarının sûretlerini, örneklerini bir arada görüyorlar. Böylece, Muham­med aleyhisselâmda, Allahü teâlâda bulunandan dahâ çok şey bulunuyor sanıyorlar. Burada da, birşeyin örneğini kendisi sanarak, yanılıyorlar. Mu­hammed aleyhisselâmda bulunan şey, vücûb mertebesinin kendisi değildir, örneğidir. Allahü teâlâ, hakîkî vâcib ül-vücûddur. Vücûb mertebesinin kendisi ile örneğini birbiri ile karışdırmasalardı böyle şey söylemezlerdi. İşin doğrusu, onların sekr, şü’ûrsuzluk hâlinde iken söyledikleri gibi değil­dir. Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” sınırlı, küçük bir kuldur. Allahü teâlâ ise, sınırsızdır, sonsuzdur.

Sekr hâlinde olan şeyler, Vilâyet makâmlarında bulunmakdadır. Sahv hâ­linde olan şeyler ise, Nübüvvet, Peygamberlik makâmındadır. Peygamber­lerin “aleyhimüssalevatü vetteslîmât” yolunda gidenlerin büyükleri, onla­ra tâm uydukları için, o makâmın, onların makâmının sahvından pay alır­lar. Bistâmiyye denilen büyükler, sekrin sahvdan dahâ üstün olduğunu söylemişlerdir. Bunun için, şeyh Bâyezîd-i Bistâmî “kuddise sirruh”, (Be­nim bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından dahâ yüksekdir) de-di. Kendi bayrağı vilâyet bayrağıdır. Muhammed aleyhisselâmın bayrağı nü­büvvet bayrağıdır. Vilâyet bayrağında sekr olduğu için ve Peygamberlik bay­rağında sahv olduğu için, onu bundan üstün tutmuşdur.

Birçokları da, (Vilâyet, nübüvvetden dahâ üstündür) dedi. Velîlerin “rahime-hümullah” Allahü teâlâdan yana olduğunu, Peygamberlerin “aley­himüssalevât” ise, insanlardan yana olduğunu gördüler. Hakka karşı ola­nın, insanlara karşı olanlardan dahâ üstün olacağı meydândadır. Birkaçı da, bu sözü çevirerek, (Bir Peygamberin vilâyeti, kendi nübüvvetinden dahâ üstündür) dedi. Bu fakîre göre, bu sözlerin hepsi, doğru olmakdan çok uzak­dır. Çünki Peygamberler yalnız insanlardan yana değildir. Hem insanlar­dan, hem de, Hakdan yanadırlar. Bâtınları ya’nî kalbleri, rûhları Hak ile­dir. Zâhirleri, halk iledir. Hep ve yalnız halk ile olanlar, Allahü teâlâdan yüz çevirmiş olan gâfillerdir. Peygamberler “aleyhimüssalevatü vetteslîmât”, bütün varlıkların en üstünleridir. Ni’metlerin en üstünü bunlara verilmiş­dir. Vilâyet, nübüvvetin bir parçasıdır. Nübüvvet, bütündür. Bunun için nü­büvvet, her vilâyetden dahâ üstündür. İster Peygamberin vilâyeti olsun, is­ter Velînin vilâyeti olsun! Bundan dolayı da, sahv sekrden dahâ üstün, da­hâ kıymetlidir. Vilâyet nübüvvetin içinde bulunduğu gibi, sekr de sahvın için­dedir. Onun bir parçasıdır. Câhil kimselerde bulunan sekrsiz sahv, sözümü­zün dışındadır. Öyle sahvın üstün olduğunu söylemek, saçmalamak olur. İçinde sekr bulunan sahvın sekrden dahâ üstün olduğu meydândadır.

İslâmiyyet bilgilerinin hepsi, nübüvvet mertebesinden çıkmış oldukla­rı için, başdan başa sahvdırlar. Bunlara uymıyan bilgiler, nasıl olursa olsun­lar, sekrden hâsıl olmuşlardır. Sekr sâhibleri ma’zûrdurlar. Ya’nî sorguya çekilmez, azâb edilmezler. Fekat, yalnız sahv bilgileri taklîd olunur. Sahv bilgilerine uyanlar kurtulur. Sekr bilgilerine uyulmaz. Bunlara uyanlar, ma’zûr olmaz. Sorguya çekilirler, cezâlandırılırlar. Allahü teâlâ, islâmiyyet bilgilerine uymakla hepimizi şereflendirsin “alâ masdarihessalâtü vesselâ­mü vettehıyye”! Bu düâmıza âmîn diyenlere Allahü teâlâ merhamet etsin!

Hadîs-i kudsîde, (Yer yüzüne ve göke sığmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sığarım) buyuruldu. Burada da; vücûb mertebesinin kendisi değil, sûreti, örneği sığmakdadır. Kendisinin sığması düşünülemez. Görülüyor ki, kalbin maddesiz, mekânsız şeylerden dahâ geniş olması, onların kendile­rinden değil, sûretlerinden dahâ geniş olmasıdır. Mekânsızlar karşısında, Arş ve Arşda bulunan herşey, zerre kadar bile sayılamaz. Mekânsızların kendileri böyledir, sûretleri böyle değildir.