Onu alıp, sür’atle giderken terlemişdi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” ile karşılaşdılar. Alî “radıyallahü anh” sordular ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu ne hâldir. Cevâb verdiler ki, yâ kardeşim Alî. Bu deve müslimânların beyt-ülmâlındandır. Palanını düşürüp, kaçmış. Onu bulup, yine arkasına vurmak (koymak) isterim. Böylece hilâfet zemânımızda, beyt-ül-mâla ziyân vermiş olmıyalım. Hazret-i Alî dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Size ne hâcet. Bir başka kimse gönderseniz, olmazmıydı. Cevâb verdiler ki, yâ Resûlullahın amcasının oğlu! Bu iş benim ahdime lâzımdır. Kıyâmet günü olunca, bu işin kusûrunu benden sorarlar. En iyisi budur ki, kimseye ısmarlamayıp, işimi kendim görmeliyim. Böylece, dergâh-ı izzetde mahcûbluk çekmiyeyim. Hazret-i Alî bu sözü işitdi. Bir derinden âh çekip, ağlamağa başladı. Dedi ki, yâ Ömer, senden sonra gelenlere râhat koymadın. Zîrâ onlar bu yolda gidemezler, sıkıntıya düşerler.
Nakl edilir ki, bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir cem’iyyetde ağladı. Niçin ağladığı süâl olundukda, buyurdular, niçin ağlamayayım ki, eğer Fırat kenârında oğlak zâyi’ olsa, yârın kıyâmet gününde, o, Ömerden sorulur. Yine nakl olunur ki, bir gün Ömer “radıyallahü anh” eline bir saman çöpü alıp, der idi ki, ne olaydı, bu saman çöpü ben olaydım. Ne olaydı mahlûk olmaya idim, vâlidem beni doğurmayaydı. Ne olaydı, hâtırlanan nesne değil de, unutulan nesne olaydım. “Radıyallahü anh”.
Kırküçüncü Menâkıb: Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” rûm kayserinden elçi geldi. Bu elçi geri dönerken, hazret-i Ömerin hâtunları, bir dinâr ödünc alıp, onunla hoş kokulu nesneler satın aldı. Bir şişenin içine koyup, kayserin hâtununa gönderdiler. Elçi vâsıl oldukda, kokuları alanlar çok hâz alıp ve memnûn oldular. Gelen kapların içine cevâhir [mücevher] doldurup karşılığında onlara gönderdiler. Gelen hediyye şişeleri boşaltıp, bir tabak içine koyup, hâtunları seyr ediyorlardı. O sırada hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü anh” içeri girip, onlarda bu cevherleri gördü. Nereden geldi, diyerek süâl buyurdular.