Böylece, eşyâ, vehmde görünmekde, hayâlde devâm etmekdedir. O hâlde eşyâ, hayâlde göründüğü için vardır. Lâkin Allahü teâlâ, bu görünüşe devâm verdiği, yok olmakdan koruduğu eşyânın yapısına sağlamlık verdiği ve ebedî mu’âmeleyi de bunlara bağlı kıldığı için, vehmdeki varlık ve hayâldeki devâm da, hakîkî varlık olmuşdur. Bunun için, eşyâ hâricde [ilmde, hayâlde değil], bir bakımdan, hakîkaten vardır deriz. Bir bakımdan da yokdur diyebiliriz. Bu fakîrin babası, hakîkate varmış âlimlerden idi “kuddise sirruh”. Buyurdu ki, kâdî Celâleddîn-i Egrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, derin âlimlerden idi. Bir gün bana sordu ki, (Nefs-ül-emr, vahdet midir, yoksa kesret mi? Ya’nî hakîkatde var olan, bir mi, yoksa çok mu? Eğer bir ise, bu emrler, sevâblar, azâblar, kimedir? Bu âmirlik, me’mûrluk nedir? Yok eğer hakîkî var olan çok ise, sôfiyyenin vahdet-i vücûd sözleri yanlış olur). Pederim buyurmuş ki, (Her ikisi de, nefs-i emrîdir). Ya’nî hakîkatde, hem vahdet vardır, hem kesret. Ve bu cevâbı îzâh etdiler. Fekat neler söylediklerini, şimdi hâtırlamıyorum. Bu fakîrin kalbine akıtılan bilgileri size yazdım. Demek ki, Vahdet-i vücûd söyliyen tesavvufcular haklıdır. Âlimlerin kesret-i vücûd sözleri de haklıdır, ya’nî doğrudur. Tesavvufcuların hâli, vahdete uygundur. Âlimlerin hâli de, kesrete uygundur. Çünki, islâmiyyet kesret üzerine kurulmuşdur. Çeşidli emrler kesret ile olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmesi, Cennet ni’metleri ve Cehennem azâbları, hep kesrete bağlıdır. Allahü teâlâ (Bilinmeyi, tanınmayı sevdim) buyurduğu için ve kesreti istediği için ve zâhir olmağı sevdiği için kesret mertebesine de inanmalıyız! Çünki, Allahü teâlâ, bu mertebeyi seçmiş, beğenmişdir. Büyük bir sultânın, hademeleri de, askerleri de vardır. Onun büyüklüğü, yalvaranların, titriyenlerin, Ona muhtâcların çokluğu ile ölçülür. Vahdet-i vücûd dahâ doğru ve kesret-i vücûd, bunun yanında, mecâzdır. Ya’nî hakîkate benzemekdedir. Bunun için, o âleme (Hakîkat âlemi) ve bu âleme (Âlem-i mecâz) derler. Fekat bu zuhûrâtı, Allahü teâlâ sevdiği için ve eşyânın varlığını sonsuz yapdığı için ve kudretine hikmet elbisesi giydirdiği ve kendi fi’lini, yaratmasını sebebler altında gizlediği için, o hakîkat, ikinci derecede kalmış ve bu mecâz, meşhûr olmuşdur. Hakîkatde var olan, nokta-i cevvâledir. Bunun dönmesinden görünen dâire, mecâzdır. Fekat, hakîkat gayb olmuş, mecâz görünmüş, tanınmışdır.
(Allahü teâlâ bir kulunu severse, günâh işlemek ona zarar vermez) sözünün ma’nâsını soruyorsunuz. Şöyle biliniz ki, Allahü teâlâ, bir kulunu severse, onu günâh işlemekden korur. Evet onlar, günâh işliyebilir. Ya’nî Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gibi değildirler. Çünki, Peygamberler günâh işlemekden ma’sûmdur, temizdir, günâh işliyemezler. İşte Evliyâ günâh işlemiyeceği için, günâhın zararından kurtulmuş olur. Bu sözdeki günâh, belki de evvelki günâhlar, ya’nî vilâyet derecesine varmadan önce işlediği günâhdır. Çünki, islâm, evvelki günâhları yok etmekdedir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Unutarak, yanılarak söylediklerimizi ve yapdıklarımızı afv et! Bizi bunlar için cezâlandırma! Allahü teâlâ, size ve doğru yolda gidenlere selâmet versin. Âmîn.
Üç nişan olur velîlerde, demiş, erbâb-ı dil,
biri ol ki, görenin gönlü ona mâil olur.
Onun ikinci nişânı, oldur ki, iyi bil,
her ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur.
Üçüncüsüne gelince, cümle a’zâsı anın,
şer’ ile âdâb ile, her zemân, âmil olur.