016/17 8-Mektub

8
SEKİZİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, yine büyük mürşidine yazılmışdır. Bekâ ve sahv makâmın­daki hâlleri bildirmekdedir:

Kölelerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek kapınıza sunar ki, sahva ge­tirdikleri ve bekâya kavuşdurdukları günden beri şaşılacak bilgiler ve işi­tilmemiş ma’rifetler durmadan, birbiri ardınca ihsân olunmakdadır. Bun­ların çoğu, büyüklerin söylediklerine ve bildirdiklerine uymamakdadır. (Vahdet-i Vücûd) ve buna benzer şeyler için söyledikleri şeyleri dahâ o hâ­lin başında ihsân etdiler. Çoklukda, ya’nî mahlûklar aynasında birliği, ya’nî yaratanı görmek hâsıl oldu. Bu makâmdan çok yukarı derecelere çı­kardılar. Bu bilgilerden çeşid çeşid bildirdiler. Fekat, o makâmların ve ma’rifetlerin alâmetleri, işâretleri, o büyüklerin sözlerinden açıkça anlaşı­lamıyor. Büyüklerden birkaçının sözlerinde kısaca ve kapalı bildirilmişdir. Bunların doğru olduğuna en sağlam şâhid, islâmiyyet ve Ehl-i sünnet âlim­lerinin söz birliği ile bildirdiklerine uygun olmalarıdır. Hiçbirşey dîn-i is­lâma uygunsuz olmuyor. Hiçbiri felesoflara ve onların kısa aklları ile an­layıp bildirdiklerine uygun düşmüyor. Hattâ, islâm âlimlerinden olup da, Ehl-i sünnetden ayrılmış olanların bildirdiklerine de uymuyor. Kazâ ve ka­der bilgisinde, kulun kuvveti işe te’sîr etdiği gösterildi. İşi yapmadan evvel gücü, kudreti yokdur. İş yapılırken kudret verilir. Teklîf, ya’nî Allahü te­âlânın emrleri ve yasakları, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi sebeb­lerde ve uzvlarda selâmet bulunduğu zemân yapıldığı anlaşıldı. Bu makâm­da kendimi Hâce Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazret­lerinin izinde buluyorum. Kendileri bu makâmda idi. Hâce Alâ’üddîn-i At­târ hazretleri de, bu makâmdan pay almışdır. Bu yüksek zincirin büyük hal­kalarından biri, hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânî “kaddesallahü sirrehül akdes” hazretleridir. Eski büyüklerden, hâce Ma’rûf-i Kerhî ve imâm-ı Dâ­vüd-i Tâî ve Hasen-i Basrî ve Habîb-i Acemî “kaddesallahü teâlâ esrâre­hümül mukaddese” hazretleri de bu makâmdadırlar. Bu makâmdaki hâl­lerin sonu, tam bir uzaklık ve yabancılıkdır. İş ilâc kabûl etmez hâle gelmiş­dir. Perdeler arada oldukça çalışarak, uğraşarak perdeler kaldırılabilir. Şimdi kendini büyük bilmesi en büyük perdesidir. Onu bu dertden kurta­racak bir tabîb ve okuyacak bir sâlih yokdur. Sanki tam bir yabancılığa ve ayrılığa, kavuşmak ve birleşmek adını vermişler. Yazıklar olsun! Yûsüf ile Zelîhânın beyti onun hâline uygundur. Fârisî beyt tercemesi:

Defi dinliyor ve bu ses dostdandır diyor, Def çalanın eline, ondan kuvvet geliyor.

Şühûd nerede ve gören kimdir ve görülen nedir? Fârisî mısra’ terceme­si:

Yüzünü mahlûka nasıl gösterir O?

Arabî mısra’ tercemesi:

Toprağa olan nerede, her şeyin sâhibine olanlar nerede?

Kendimi güçsüz yaratılmış bir kul biliyorum. Bütün âlemi de ve herşe­yin yaratanı olan tam kudret sâhibini de biliyorum. Ve Onu yaratıcı ve her­şeye gücü yetici olmakdan başka dürlü bilmiyorum. Mahlûklarına benze­mesi ve herşeyde Onun görünmesi gibi şeyler bilmiyorum. Fârisî mısra’ ter­cemesi:

Hangi aynada görülebilir O?

Ehl-i sünnet âlimleri ba’zı işlerinde kusûr yapsa bile, onların Allahü te­âlâ için ve Onun sıfatları için söyledikleri bilgiler, o kadar çok doğru ve o kadar çok nûrludur ki, o sözlerin güzelliği yanında, o kusûrları hiç görün­müyor. Tesavvufculardan çoğu, o kadar riyâzetler ve mücâhedeler, sıkın­tılar çekdikleri hâlde, Allahü teâlânın zâtı için, sıfatları için inanışları, tam doğru olmadığından, bunlarda öyle güzellik görülmüyor. Bunun için, âlimlere ve ilm öğrenenlere muhabbet çok oluyor. Onların hâli, tatlı geli­yor. Onların arasında bulunmak istiyorum. Dört başlangıçdan olan (Telvîh) kitâbını onlarla konuşmak ve (Hidâye) fıkh kitâbını onlarla birlikde oku­mak arzû ediyorum. Allahü teâlânın ilminin bütün mahlûklarla berâber ol­duğunu ve her şeyi kaplamış olduğunu, âlimlerin bildirdikleri gibi anlıyo­rum. Bunun gibi, Allahü teâlâ bu mahlûklar değildir. Bunlara bitişik, bun­lardan ayrı, bunlarla birlikde, bunlardan uzak, âlemi kaplamış, herşeye sin­miş olmadığını biliyorum. İnsanların kendilerini ve sıfatlarını ve işlerini Al­lahü teâlâ yaratıyor, biliyorum. Onların sıfatlarının, Onun sıfatı ve onların işlerinin Onun işleri olmadığını anlıyorum. Her işin Onun kudreti ile ya­pıldığını, mahlûkların kudretleri ile olmadığını anlıyorum. Ehl-i sünnet âlim­leri de böyle söylemekdedir. Allahü teâlânın yedi sıfatının var olduğunu ve irâde sıfatının da olduğunu biliyorum. Kudret sıfatının, bir işi yapmağa ve yapmamağa gücü yetmek olduğunu iyi anlıyorum. İsterse yapar, istemez­se yapmaz demek değildir. Çünki, istemezse demek, irâde sıfatı yok demek­dir. Bu ise olamaz. Kudreti, felesoflar ve ba’zı tesavvufcular böyle anlamış­lardır. Bu sözleri, Allahü teâlânın mecbûr olmasını gösterir. Onu tabî’at ka­nûnları gibi yapmış olurlar. Her şeyi tabî’at yapıyor demelerine uygun olur. Kazâ ve kader bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi an-lıyorum. Mal sâhibi, mülk sâhibi, kendi malını, mülkünü dilediği gibi kul­lanır. İnsanların bir işe uygun yaratılmasını, ya’nî kâbiliyyet ve isti’dâdı, hiç te’sîrli görmüyorum. Çünki, te’sîr olursa insanlar mecbûr edilmiş olur. Al­lahü teâlâ seçer, dilediğini yapar. Başa gelenleri bildirmek vazîfe olduğu için, saygısızlık olacak kadar yazdım. Fârisî mısra’ tercemesi:

Köle, kendi haddini bilmelidir.