495/496 310-Mektub

310
ÜÇYÜZONUNCU MEKTÛB

Bu mektûb, mevlânâ Muhammed Hâşim-i Keşmîye yazılmışdır “kadde­sallahü teâlâ sirrehül’azîz”. İnsanın herşeyi kendinde topladığını ve ba’zı ince ma’rifetleri bildirmekdedir:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Pey­gamberine salât ve selâm olsun! İnsanda bulunan bütün kemâller, iyilikler hep (Vücûb) “te’âlet ve tekaddeset” mertebesinden gelmişdir. Onun ilmi, o mertebeden, kudreti de, o mertebenin kudretindendir. Bütün yükseklik­ler de, hep böyledir. Fekat, her mertebenin kemâli, o mertebeye göredir. İnsanın ilmi, o mukaddes mertebenin ilmine göre, sonsuz var olanla yok ola­nın karşılaşdırılması gibidir. Bunun gibi, insanın kudreti, gücü, Vâcib-i teâlâ ve tekaddesin kudretine göre, bir üflemesi ile yerleri ve gökleri ve dağ­ları ve denizleri yok eden güc sâhibinin, kendini dokumacı ustası sanan örümcekle karşılaşdırılması gibidir. Bu ikisinden başka olgunlukları da, bun­lardan anlamalıdır. Başka kelime bulamadığımız için, bu karşılaşdırmayı yapdık. Yoksa, fârisî mısra’ tercemesi:

Toprak nerede, temiz âlemler nerede?

Bundan anlaşılıyor ki, insandaki kemâller, Vücûb “te’âlet ve tekadde­set” mertebesinin kemâllerinin sûretleri, görüntüleridir. İnsandaki ke­mâllerin, Vücûb mertebesindeki kemâllere yalnız ismleri benzemekdedir. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde ya­ratdı) buyuruldu. (Kendini anlayan, Rabbini anlar) sözünün inceliği, bu­radan anlaşılmakdadır. Çünki insanın nefsinde bulunan herşey, birer sû­retdir, görüntüdür. Bu sûretlerin hakîkati, aslı, Vücûb mertebesindedir “te’âlet ve tekaddeset”. İnsanın halîfe olmasının inceliği buradan anlaşıl­makdadır. Çünki, birşeyin sûreti, o şeyin halîfesidir. Vekîlidir. Zındıklar ve Allahü teâlâya madde diyen (Mücesseme) adındaki kâfirler, burada çok yanıldılar. Allahü teâlâyı insan sûretinde, şeklinde sandılar. Ahmak olduk­ları için, Allahü teâlânın, insanlarda olduğu gibi organları, duygu âletleri var dediler. Böylece, doğru yoldan sapdılar. Çok kimseleri de sapdırdılar. Allahü teâlânın sûreti ve misli gibi şeyler söylemek, benzeterek anlat­mak içindir. Yoksa, benzetilen şeyin kendisidir demek olmadığını anlıya­madılar. Çünki sûretin, görüntünün hakîkati, aslı, parçalardan, zerrelerden meydâna gelen bir toplulukdur. Vücûb mertebesinde ise, böyle şey olamaz. Kadîm olan, sonsuz olan, parçalanamaz, ayrılamaz. Kur’ân-ı kerîmdeki (Müteşâbihât) denilen âyet-i kerîmeler de, böyledir. Bildirdikleri şeylerin kendileri anlaşılmamalıdır. Uygun olan başka şeyler anlaşılmalıdır. Âl-i İm­rân sûresi yedinci âyetinde meâlen, (Bu âyet-i kerîmelerin bildirdiklerini yalnız Allahü teâlâ bilir) buyuruldu. Demek ki, müteşâbih olan âyet-i ke­rîmelerin ne demek olduğunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, müteşâbih olan âyet-i kerîmeler, gösterdiklerinden başka şey­leri bildirmekdedir. Allahü teâlâ da, bu başka şeyleri bilmekdedir. (Ule­mâ-i Râsihîn) denilen derin Ehl-i sünnet âlimlerine de, bu başka bilgiler ihsân olunmuşdur. Bunun gibi, gayb olanları yalnız Allahü teâlâ bilir. Peygamberlerin yükseklerine bu bilgisinden ihsân etmekdedir.

[(Gayb) demek, âyet-i kerîme ile ve hadîs-i şerîfler ile bildirilmemiş olan ve his organları ile, tecribe ve hesâb ile anlaşılamıyan şeyler demekdir].

Müteşâbih olan âyet-i kerîmelere, anlaşılandan başka ma’nâ vermeğe (Te’vîl) denir. Te’vîli yanlış anlamamalıdır. Âyet-i kerîmedeki (El) kelime­sine kudret demek ve (Yüz) kelimesine, Allahü teâlânın kendisi demek, te’vîl olmaz. Böyle kelimelerin te’vîli ince, gizli bilgilerdir. Ancak, seçilmiş­lerin seçilmişlerine bildirilmişdir.

(Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının sâhibi [ya’nî Muhyiddîn-i Arabî] “rah­metullahi aleyh” hazretleri ve Ona uyanlar, Allahü teâlânın sıfatları, Al­lahü teâlânın kendinden başka olmadıkları gibi, birbirlerinden de başka de­ğildirler diyor. Böylece, ilm sıfatı, Zât-i ilâhîden başka olmadığı gibi, kud­retden, irâdeden, işitmekden ve görmekden de başka değildir diyorlar. Sıfatların hepsini de, böyle biliyorlar. Bu fakîre göre, bu sözleri doğru de­ğildir. Çünki, bunlar sıfatların dışarda ayrıca var olduklarına inanmıyorlar. Ehl-i sünnetden ayrılmış oluyorlar. Çünki, Ehl-i sünnetin büyük âlimleri­nin anladıklarına göre, Allahü teâlânın sekiz veyâ yedi sıfatı, kendisi gibi dışarda ayrıca vardır. Onları, sıfatların zâtdan başka olmadığına sürükle­yen şey, belki, o makâmdaki başkalığı bu dünyâdaki mahlûklardaki başka­lık gibi sanmalarından olsa gerekdir. Allahü teâlânın sıfatlarının kendin­den başka olmasını, bizim sıfatlarımızın kendimizden başka olması gibi bul­madıklarından ve o başkalığı bu başkalığa benzetmediklerinden, sıfatların zâtdan başka olmadığını sandılar. Sıfatlar, zâtın aynıdır dediler. O ma­kâmdaki başkalığın da, Allahü teâlânın kendisi gibi ve sıfatları gibi anla­şılamıyacağını, mahlûklara benzetilemiyeceğini anlıyamadılar. Oradaki başkalık, buradaki başkalığa benzemez. Yalnız görünüşde ve ismde benzer­lik vardır. Bundan anlaşılıyor ki, o makâmda başkalık, ayrılık vardır. Fe­kat, biz bunu anlıyamayız! Anlıyamadığımız şeylere yok diyemeyiz ve de­memeliyiz! Doğru yolun âlimlerinden ayrılmamalıyız! Herşeyin doğrusu­nu Allahü teâlâ bilir.