470 294-Mektub

Cevâb: Peygamberlere, hakîkat-i Muhammedî perdesinde olan şühûd­den başka, kendi mebde-i te’ayyünleri yolundan hâsıl olan, başka bir şü­hûd dahâ vardır. Kalb gözlerine kendi gözlüklerini takarak, gaybı görür­ler. Bu iki şühûd, birlikde olmaz. Aslların aslına yükselirlerse, şühûdleri, (Hakîkat-i Muhammedî) perdesinde olur. Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissa­lâtü vesselâm” gökden yere indikden sonra, bu ni’mete kavuşmakla şeref­lenecekdir. Buraya yükselmek pek gücdür. Hemen hemen olamaz gibidir. Ancak, Allahü teâlânın büyük ihsânı lâzımdır. Bu sebebler âleminde, Mu­hammedî meşreb olan zâtın merhamet buyurup yardım etmesi lâzımdır. Kendi aslından ileri geçemez, kendi hakîkatini aşarak, (Hakîkat-ül-hakâ­ık)a varamazsa, şühûdü, kendi hakîkatinin perdesinde olur.

Hakîkat-ül-hakâıkdan [ya’nî Muhammed aleyhisselâmın mebde-i te’ay­yünü olan rabbinden, ya’nî ismden] Allahü teâlânın zâtına yol vardır. Pek çok konakları geçdikden sonra kavuşulabilir. Bunun gibi, bütün olan baş­ka hakîkatlerden de, Zât-i teâlâya birer yol vardır. Pekçok konakları aşdık­dan sonra, bu yollardan da kavuşulabilir. Böyle olmakla berâber, hakîkat­ül-hakâık yolundan, (Vasl-ı uryânî)ye kavuşulur. Başka yollardan da, zâ­ta kavuşulabilirse de, hakîkat-ül-hakâıkın ya’nî hakîkat-i Muhammedî­nin ince perdesi arada bulunur. Kalın değilse ve mâni’ olmaz ise de, bu ka­darcık perdenin bulunması, (Tecellî-i zât) demeğe mâni’ olmakdadır. Yok­sa, bütün Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” de, Zât-i te­âlâdan, doğrudan doğruya nasîb vardır.

Süâl: Hayât sıfatı, ilm sıfatının üstünde olunca, hakîkat-ül-hakâık yolun­da da, hayât sıfatının te’ayyünü perde olur. Böyle olunca, Vasl-ı uryânî na-sıl olur? Niçin Tecellî-i zât denilir?

Cevâb: Hayât te’ayyünü, lâ-te’ayyün gibidir. Çünki yüksek mertebeler­de, bu te’ayyün yok olur. Zât-i teâlâ mertebesinde, bunun hiçbir değeri kalmaz. Zât-i teâlâ mertebesinde, her ne kadar, başka sıfatların da, hiçbir değerleri yok ise de, onlar zât mertebesine yetişmeden önce yok olurlar. Ha­yât sıfatı ise, oraya yetişir de yok olur. Bundan dolayı, hakîkat-i Muhamme­dînin te’ayyünü ve bütün başkalarının te’ayyünleri devâmlıdırlar. Hiçbir mer­tebede yok olmazlar. Evet, birşeye yetişmek başkadır. Bu şeyde yok olmak başkadır. Büyüklerden çoğunun sözlerinde mahv olmak, yok olmak denil­mekdedir. Bu sözler, yok gibi olmak demekdir. Yok olup kalmamak demek değildir. Sâlikin te’ayyünü görünmez olur. Yok olmaz. Yok bilmek, ilhâd olur. Zındıklık olur. Bu yolda geri kalmış olanlar, bu sözlerden, kendi yok olur sa­narak, zındık olmuşlardır. Âhıret ni’metlerine ve azâblarına inanmamışlar­dır. Vahdetden kesrete geldikleri gibi, başka zemânda, böylece, kesretden vahdete döneceklerini sanmışlardır. Bu kesretin o vahdetde yok olacağını söylemişlerdir. Bu zındıklardan birçoğu, bu yok olmağı, kıyâmetin kopma­sı sanmışlar. Haşrı, Neşri, Hesâbı, Sırâtı ve işlerin ölçülmesini inkâr etmiş­lerdir. Doğru yoldan ayrılmışlar, birçoklarını da sapdırmışlardır. Bunlardan birini gördüm. Kendini haklı göstermek için, mevlânâ Abdürrahmân-i Câ­mînin “kuddise sirruh” şu beytini okuyordu. Fârisî beyt tercemesi:

Câmî! Dünyâ ve âhıret, ikisi birdir.

Ortada görünen bu çokluk, hep hayâldir!