457 290-Mektub

Bu yüksek makâm­la şereflenmişdi. Kutbiyyet nisbeti, kendisine Sırrî-i Sekâtîden gelmişdi. Fer­diyyet nisbeti de, Muhammed Kassâbdan hâsıl olmuşdu. Cüneyd hazret­leri buyurdu ki, (Herkes beni Sırrînin mürîdi sanır. Ben Muhammed Kas­sâbın mürîdiyim). Bu sözü, (Ferdiyyet nisbeti)nin çok olduğunu, (Kut­biyyet nisbeti)ni, onun yanında yok bildiğini göstermekdedir.

Behâüddîn-i Buhârî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretlerinin talebelerinden sonra, bu yüksek zincirin büyük halkası, hâce-i Ahrâr haz­retleridir. Hâcelerin cezbesini temâmladıkdan sonra, (Seyr-i âfâkî)ye baş­ladı. Seyrini isme kadar ulaşdırdı. İsme girmeden önce, Fenâ hâsıl oldu. Son­ra yine cezbeye döndü. Böylece, ayrı bir Fenâ sâhibi oldu. Ayrıca bunun Be-kâsına da kavuşdu. Bu makâmda büyük şân sâhibi oldu. Fenâ ve Bekâ bil­gileri ve ma’rifetleri, kendisine bu makâmda verildi. Makâmlar ayrı oldu­ğundan, bilgileri de başkadır. Birisinde tevhîd-i vücûd vardır. Ötekinde yok­dur. Tevhîd ile ilgileri olan ihâta, sereyân, Zât-i ilâhî ile berâberlik, kesret­de vahdeti görmek, kesretin, [ya’nî mahlûkların hepsinin] gayb olması, öy­le ki, sâlik kendisine (Ben) diyemez gibi bilgiler de hep böyledir. Mutlak Fenâdan sonra hâsıl olan bilgiler böyle değildir. Bunların hepsi, islâmiyyet bilgilerine uygundur. Hiçbirini islâmiyyete uydurmak için sıkıntı çekil­mez. Soruya cevâba yer kalmaz. Fekat, hangi cezbe olursa olsun, cezbede olan Bekâ, sekrden kurtulmaz. Tâm sahv olmaz. Bâkî olduğu hâlde, ken­disine ben diyemez. Hiçbir kelime ile kendisine işâret edemez. Çünki, cezbede muhabbet kaplar. Muhabbet kaplayınca, sekr lâzım olur. Bunun için, hiçbir zemân sekrden kurtulamaz. Bilgileri de sekrle karışık olur. Vahdet-i vücûdü anlatır. Çünki vahdet-i vücûd, sekrden ileri gelir. Muhab­betin kaplamasından hâsıl olur. Mâ-sivâ görünmez. Sahva gelirse, mahbû­bu görmek başka olur. Mâ-sivâyı görmek başka olur. Vahdet-i vücûde inanmaz olur. Mutlak Fenâdan sonra olan Bekâ, sülûkün sonudur. Sahvın ve ma’rifetin başlangıcıdır. Bu makâmda sekr bulunmaz. Fenâ hâlinde, sâ­likden gayb olan şeylerin hepsi geri gelir. Fekat şimdi, asl olarak gelmişler­dir. (Bekâ-billah) da, bu demekdir. Buradaki bilgilerde sekr olmaz. Bütün bilgileri, Peygamberlerin bilgilerine uygundur “aleyhimüssalevâtü vettes­lîmâtü vettehıyyâtü velberekâtü ilâ yevmiddîn”.

Büyüklerden birisinden işitdiğime göre, hace-i Ahrâr hazretleri, an­nesinin babasından da bir nisbet almışdır. Büyük babası şaşılacak hâllere ve kuvvetli cezbelere sâhibdi. Hâce hazretleri, oniki kutbun makâmın­dan da çok pay almışdır. Dîni kuvvetlendirmek, bu kutblara bağlıdır. Mu­habbetde büyük şânları vardır. Hâce-i Ahrârın islâmiyyeti kuvvetlendirme­si ve dîne yardım etmesi, aldığı bu paydan ileri gelmekdedir. Mubârek hâllerinden birazı, yukarıda bildirilmişdi.

Hâce-i Ahrârdan sonra “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bu büyükle­rin yolunu canlandıran, edeblerini her yere ve en çok, bunların kemâllerin­den hiç haberleri olmayan Hindistân memleketlerine yayan âriflerin büyü­ğü ve ma’rifetlerin kaynağı ve Allahü teâlânın râzı olduğu dînin bekçisi, üs­tâdımız ve efendimiz Muhammed Bâkî “sellemehüllâhü teâlâ” olduğu, güneş gibi meydândadır. Kemâllerinden az birşey mektûbuma eklemek is­tedim. Buna râzı oldukları anlaşılamıyarak, bu işe cesâret olunamadı.