363 266-Mektub

Cennete girmeği îmâna bağlamak, îmânın kıymetini bildir­mek içindir. Bu da, îmân olunacak şeylerin kıymeti ve ehemmiyyeti demek­dir. Bunun gibi, Cehenneme girmeği de küfre bağlamak, küfrü tahkîr için­dir ki, inanılmıyan şeylerin kıymetini bildiriyor ve onlara inanılmadığı için, böyle sonsuz azâb veriliyor. Ba’zı meşâyıhın, başka dürlü söylemele­rinde bu incelik yokdur.

Dünyâdan âhırete îmânlı giden, Cennetde Allahü teâlâyı cihetsiz ve key­fiyyetsiz ve hiçbirşeye benzetmiyerek ve misâli olmıyarak görecekdir. Bu­na, müslimânların yetmişüç fırkasından, yalnız Ehl-i sünnet inanmışdır. Di­ğerleri inkâr etmiş ve cihetsiz ve keyfiyyetsiz olarak görmek olamaz demiş­lerdir. Hattâ, Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”, âhıretde Allahü teâlâ­yı görmek, (Tecellî-i sûrî)dir. [Ya’nî, kendini değil, sûretini görmekdir di­yor.] Başka dürlü görmek olmaz diyor. Birgün üstâdım, Muhyiddîn-i Ara­bînin şöyle buyurduğunu söyledi: (Mu’tezile fırkası, Allahü teâlâ, aklın er­mediği bir görmekle, cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görülecek demeselerdi, başka şeylerin görülmesi gibi, görülecek deselerdi ve Onu görmeği, sûrî bir tecellî olarak bilselerdi, Onu görmeği inkâr etmez, görülemez demezlerdi. Ya’nî cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görüleceğine inanmıyorlar. Sûretin tecel­lîsinde ise, cihet ve keyfiyyet vardır). Hâlbuki Cennetde Allahü teâlâyı gör­meği, sûretin tecellîsi [görünmesidir] demek, Onu görmeği inkâr etmekdir. Her ne kadar oradaki sûretin tecellîsi, dünyâda eşyâ sûretlerinin görünme­si gibi değil ise de, yine Onun kendini görmek değildir. Arabî şi’r terceme­si:

Îmân sâhibleri, Cennetde Allahü teâlâyı keyfiyyetsiz görecekdir.

Bu görmeği anlatmak, mümkin değildir.

[Îmânın dördüncü şartı, Peygamberlere inanmakdır]. Allahü teâlâ, kul­larına acıdığı için, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gön­derdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolu şaşırmış olan insan­lara, Onu ve sıfatlarını kim bildirirdi? Beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi? İnsan aklı, noksân olduğu için, o büyüklerin da’vet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramaz. Anlayışımız tâm olma­dığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakda şaşırır ve al­danırız. Evet akl, doğruyu iğriden ayırmağa yarıyan bir âletdir. Fekat, tâm olmıyan bir âletdir. O büyüklerin da’veti ile, haber vermeleri ile temâm olmakdadır. Âhıretin azâbı, sevâbı, bu da’vet ve haberden sonra olur.

[Akl göz gibidir. İslâmiyyet de ışık gibidir. Ya’nî, insanın aklı, gözü gi­bi za’îf yaratılmışdır. Gözümüz karanlıkda göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden istifâde edebilmemiz için güneşi yaratdı. Güneşin ve çeşidli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramaz, tehlükeli cismlerden, yerlerden kaçamaz, fâideli şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan ve­yâ gözü bozuk olan, güneşden fâidelenemez. Fekat, bunların güneşe kabâ­hat bulmağa hakları olmaz.

Aklımız da, yalnız başına ma’neviyyâtı, fâideli, zararlı şeyleri anlıyamı­yor. Allahü teâlâ, aklımızdan fâidelenmemiz için, Peygamberleri, islâmiy­yet ışığını yaratdı.