344 261-Mektub

Tesavvuf yolunda bulunanların birçoğu kendilerine nemâzın hakî­kati bildirilmediği ve ona mahsûs kemâlât tanıtılmadığı için, derdlerinin ilâ­cını başka şeylerde aradı. Maksadlarına kavuşmak için, başka şeylere sa­rıldı. Hattâ bunlardan ba’zısı, nemâzı bu yolun dışında, maksadla ilgisiz san­dı. Orucu nemâzdan üstün bildi. (Fütûhât) kitâbının sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”] dedi ki: (Oruc, yiyip içmeği bırakmak olduğu için, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmak, Ona yaklaşmakdır. Nemâz ise, başkalaşmak, uzaklaşmak, ibâdet edici ve ibâdet edilen ayrılığını kur­makdır). Bu söz de, görüldüğü gibi, Tevhîd-i vücûdî mes’elesinden doğmak­dadır. Bu mes’ele ise, aşk-ı ilâhî serhoşluğunun bir tezâhürüdür. Nemâzın hakîkatini anlıyamıyanlardan birçoğu da, ızdırâblarını teskîn ve rûhlarını ferâhlandırmağı, simâ’ ve nağmede, ya’nî mûsikîde, vecde gelmekde, ken­dinden geçmekde aradı. Maksadı, ma’şûku, mûsikî perdelerinin arkasın­da sandı. Bunun için raksa, dansa sarıldılar. Hâlbuki, (Allahü teâlâ harâm­da şifâ te’sîri yaratmamışdır) hadîs-i şerîfini işitmişlerdi. Evet, boğulmak üzere olan bir acemî yüzücü, her ota da sarılır. Birşeyin aşkı, âşıkı sağır e-der ve kör eder. Bunlara eğer nemâzın kemâlâtından birşey tatdırılmış ol­saydı, simâ’ ve nağmeyi ağızlarına almaz, vecde gelmeği hâtırlarına bile ge­tirmezlerdi. Fârisî mısra’ tercemesi:

Doğru yolu göremeyince, çöle sapdılar.

Ey kardeşim! Nemâz ile mûsikî arasında ne kadar uzaklık varsa, nemâz­dan hâsıl olan kemâlât ile mûsikîden hâsıl olan teessür de, birbirinden o ka­dar uzakdır. Aklı olan, bu kadar işâretden çok şey anlar! Bu, öyle bir üs­tünlükdür ki, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” bin sene son­ra meydâna çıkıyor. Öyle bir sondur ki, baştarafa benzemekdedir. Peygam­berimiz “sallallahü aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” belki de bunun için, (Başlangıcı mı dahâ iyidir, yoksa sonu mu?) buyurdu da, (Başlangıcı mı dahâ iyidir, yoksa ortası mı?) buyurmadı. Demek ki, sonra gelenlerin ön­dekilere dahâ çok benzediğini görerek, şübhelendi de, böyle buyurdu. Di­ğer bir hadîs-i şerîfde: (Bu ümmetin en fâidelileri, önce ve sonunda gelen­lerdir. İkisinin arası bulanıkdır) buyurdu. Evet, bu ümmetin sonuncuları ara­sında, başdakilere çok benziyenler olacakdır. Fekat, adedleri azdır. Hattâ pekazdır. Ortadakilerde o kadar benzeyiş yok ise de, mikdârları çokdur. Hem de pekçokdur. Fekat, sondakilerin az oluşu kıymetlerini dahâ da artdırmış, öndekilere dahâ yaklaşdırmışdır. Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” buyurdu ki, (İslâm dîni garîb başladı. Sonu da böyle garîb olacakdır. Bu garîblere müjdeler olsun!). Bu ümmetin sonu, Pey­gamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından bin sene sonra, ya’nî ikinci bin ile [ya’nî binonbir (1011) hicrî senesinde] başlamışdır. Çünki bin sene geçmesi ile, insanlarda büyük değişiklik ve eşyâda kuvvet­li tebeddül olur. Allahü teâlâ, bu dîni kıyâmete kadar değişdirmiyeceği, [din düşmanlarının çalışmalarına rağmen, bozulmakdan koruyacağı] için, ilk ze­mânda gelenlerin tâzelikleri, kuvvetleri sondakilerde de görülmekde ve böy­lece ikinci bin başında islâmiyyetini kuvvetlendirmekdedir. Bu sözümüzü isbât etmek için, kuvvetli şâhid olarak, Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâ­tü vesselâm” ile hazret-i Mehdîyi “rahmetullahi teâlâ aleyh” gösteririz.