327 260-Mektub

260
İKİYÜZALTMIŞINCI MEKTÛB

Bu mektûb, hakîkatleri bilen, ma’rifetler sâhibi, ilâhî feyzlere, sonsuz rahmetlere kavuşmuş oğlu şeyh Muhammed Sâdıka yazılmışdır. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolunu ve Vilâyet-i evliyâ, Vilâyet-i enbiyâ ve Vi­lâyet-i ulyâyı ve insandaki on latîfeyi bildirmekdedir:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe salât ve selâm olsun! Ey oğlum, Alla­hü teâlâ, seni mes’ûd eylesin! İnsana (Âlem-i sagîr) ya’nî küçük âlem de­nir. Bu Âlem-i sagîr, on parçadan meydâna gelmişdir. Bu on parçanın be­şi (Âlem-i emr)dendir. [Bu âlemde madde ve ölçmek yokdur.] Bu beş la­tîfe, (Kalb), (Rûh), (Sır), (Hafî) ve (Ahfâ)dır. Bu beş latîfenin aslları, kökleri (Âlem-i kebîr)dedir. [(Âlem-i kebîr), büyük âlem demekdir. İnsan­dan başka herşey demekdir.] İnsanı meydâna getirmiş olan on parçadan dör­dü katı, sıvı, gaz maddeleri ve enerjidir. Bunların aslları da Âlem-i kebîr­dedir. Beş latîfenin aslları, Arşın dışında görülür. Arşın dışı, Âlem-i emr­dir. Ya’nî maddesiz, hacmsizdir. Bunun için, Âlem-i emre (Lâ-mekânî) denir. İmkân dâiresi, ya’nî mahlûklar, bu beş aslın sonunda biter. [Arşın için­deki mahlûklar maddeden yapılmışdır. Zemânlı ve hacmlidirler. Bunlara(Âlem-i halk) ya’nî ölçü âlemi denir. Halk, ölçü de demekdir.] Mahlûklar, ademle vücûdün birleşmesinden meydâna gelmişdir. Ademle vücûdün birleşmesi, beş aslın sonuna kadardır.

Akllı, uyanık bir sâlik [ya’nî tesavvuf yolcusu], yaradılışında Muhamme­dî ise, Âlem-i emrin beş latîfesini, sıraları ile geçdikden sonra, bunların Âlem-i kebîrdeki asllarında seyr eder. Ya’nî ilerler. Allahü teâlânın lutfü ile, bu beş aslın herbirini inceden inceye geçerek sonuna gelir. Böylece, im­kân dâiresini (Seyr-i ilallah) ile bitirmiş olur. (Fenâ) hâsıl oldu denir. Şim­di (Vilâyet-i sugrâ)ya başlamış olur. Bu vilâyete (Vilâyet-i evliyâ) da denir. Bundan sonra, bu beş aslın da aslı olan, Allahü teâlânın ismlerinin zıllerin­de seyre başlar. Bu zıllerde adem bulunmaz. Allahü teâlânın ihsânı ile bu zılleri birer birer (Seyr-i fillah) ile geçerek sonuna varır. Böylece, ismlerin zılleri biterek, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları mertebesine erişir. Vilâ­yet-i sugrâda yükselmek, buraya kadardır. Burada tâm Fenâ hâsıl olmağa başlar. (Vilâyet-i kübrâ)ya ayak basılmış olur. Bu vilâyete, (Vilâyet-i enbi­yâ) da denir.

Peygamberlerden ve meleklerden başka, bütün mahlûkların (Mebde-i te’ayyün)leri, bu zıl dâiresinde bulunur. Her ismin zılli, bir insanın meb­de-i te’ayyünüdür. Peygamberlerden sonra, insanların en üstünü olan hazret-i Ebû Bekrin mebde-i te’ayyünü, bu dâirenin en üstündeki nokta­dır. Sâlik, kendinin mebde-i te’ayyünü olan isme varınca (Seyr-i ilallah)ı bitirir demişlerdir. Buradaki ism, Allahü teâlânın isminin kendi değildir. Bu ismin zılline varınca demekdir ki, o ismin, zıllerinden bir zıldir. Bu zıl­ler, ismlerin ve sıfatların tafsîlidirler. Meselâ ilm sıfatının parçaları vardır. Bu parçalar, birer birer bu sıfatın zıllidirler. Bu sıfat, o zıllerin icmâli, top­luluğudur. Bu parçalardan herbiri, Peygamberlerden başka, bir insanın mebde-i te’ayyünüdür. Peygamberlerin ve meleklerin mebde-i te’ayyün­leri, bu parçaların aslları, bütünleri olan ismlerdir. Meselâ, ilm, kudret ve irâde gibi sıfatlardır. Birçok kimsenin mebde-i te’ayyünleri, tek bir sıfat­dır. Fekat çeşidli bakımlardan ayrılırlar. Meselâ, Muhammed aleyhisselâ­mın mebde-i te’ayyünü ilm şânıdır. Yine bu ilm sıfatı, başka bir bakımdan, İbrahîm aleyhisselâmın da mebde-i te’ayyünüdür “alâ nebiyyinâ ve aley­hissalâtü vetteslîmât”. Yine bu sıfat, başka bir bakımdan da, Nûh aleyhis­selâmın mebde-i te’ayyünüdür. Bu çeşidli bakımlar, hâcı Muhammed Eş­refe yazılan mektûbda açıklanmışdır. Büyüklerden kimisi, hakîkat-i Mu­hammedî, (Te’ayyün-i evvel)dir. Her kemâlin bir arada bulunduğu hazret­dir. Buna (Vahdet) denir demişlerdir. Bu fakîrin anladığına göre, bu vah­det mertebesi, bu zıl dâiresinin merkezi, topluluğudur. Bu sözümü, şu da kuvvetlendiriyor ki, insanların mebde-i te’ayyünleri, ismlerin ve sıfatların ilmdeki sûretleri, görüntüleridir demişlerdir. İlmdeki varlık, kendisi değil, kendinin zıllidir, görüntüsüdür. Bunun için, ilmdeki bu sûretler, ismlerin ve sıfatların zılleridir. Bizim bu dâiremiz, zıller dâiresinin çevresi ve mer­kezidir. Asl dâire değildir. Bu zıl dâiresini, te’ayyün-i evvel sanmışlar. Bunun merkezini topluluk bilerek (Vahdet) demişlerdir. Bu merkezin açılmasını, ya’nî çevresini Vâhidiyyet sanmışlardır. Zıl dâiresinin üstü olan ismlerin ve sıfatların dâiresini, te’ayyünlerle bağlılığı olmıyan Zât-i teâlâ sanmışlardır. Hâşâ! Öyle değildir. Çünki o büyüklere göre, ismler ve sıfatlar, zâtın kendisidirler. Zâtdan ayrı, başka değildirler. Bunun için, zıl dâiresinin üstü, ya’nî ismlerin ve sıfatların mertebesi, zâtın kendisi olur.