Âhıreti de kalblerimizde büyült! Fakr ile öğünen ve dünyâ güzelliğinden sakınan Muhammed “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ” hurmetine, bu düâmızı kabûl eyle! Büyük âlim şeyh Muhyiddîn-i Arabî dünyâdaki kötülüklerin, aşağılıkların ve bozuklukların özüne bakmadığı için, (Mümkinlerin hakîkatleri, Hak teâlânın kemâllerinin ilmdeki zılleridir, sûretleridir) dedi. (Bu sûretler, dışarda biricik varlık olan Zât-i teâlâ aynasında aks ederek dışarda görünmüşlerdir) de-di. (İlmdeki sûretler, Hak teâlânın şü’ûn ve sıfatlarından başka birşey değildirler) dedi. Bunun için de, (Vahdet-i vücûd) dedi. Mümkinlerin varlığını, Vâcibin varlığı sandı “teâlâ ve tekaddese”. Kötülük ve aşağılık, iyiliğe ve yüksekliğe göre meydâna çıkar. Tâm kötülük ve yalnız aşağılık diye birşey yokdur dedi. Hiçbirşeyin kendisi kötü değildir. Küfr ve dalâlet, sapıklık bile, îmâna ve hidâyete bakınca kötü olur. Yoksa kendileri kötü değil, iyi ve yarar olduklarını sandı. Kâfirlerde ve fâsıklarda bunların bulunması, doğruluk olur, sapıklık olmaz, dedi. Hûd sûresinin ellialtıncı âyetinin, (Allahü teâlâ, her hayvanı dilediği gibi kullanmağa kâdirdir. Benim Rabbim hak ve adâlet üzeredir) meâl-i şerîfini kendine şâhid göstermekdedir. Evet, vahdet-i vücûde inanan herkes böyle sözlerden çekinmez. Bu fakîre bildirildiğine göre, mümkinlerin mâhiyyetleri, hakîkatleri, aslları, ademlerle, vücûdün bu ademlere aks etmiş ve birleşmiş olan kemâlleridir. Bunu yukarıda uzun bildirdik. Doğruyu meydâna çıkaran, ancak Allahü teâlâdır. Doğru yola kavuşduran ancak Odur.
Oğlum! Allah adamlarının hiçbirinin ne açık olarak ve ne de işâret ederek söylememiş oldukları bu bilgiler ve ma’rifetler, çok şerefli, çok kıymetli bilgilerdir. Bin sene sonra meydâna çıkan ve Vâcib-i teâlânın hakîkati ile mümkinlerin hakîkatlerini tâm uygun olarak anlatan yüksek bilgilerdir. Kitâba ve sünnete uymayan ve doğru yolun âlimlerinin sözlerine benzemiyen bir yerleri yokdur. Resûlullahın “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” sanki ümmetine öğretmek için yapdığı, (Yâ Rabbî! Herşeyin doğrusunu, bize olduğu gibi tâm göster!) düâsı, belki de, yukarıda bildirilen hakîkatlerin, mâhiyyetlerin gösterilmesi içindir. Bunlar (Ubûdiyyet), kulluk makâmında anlaşılır. Aşağılığı ve alçaklığı ve kırıklığı görmeğe de işâret buyurmakdadır. Bunları görmek, kulluğa uygundur. Zevallı bir kulun, kendini sâhibi gibi bilmesi, hiç yakışır mı? Pek edebsizlik olur.
Oğlum! Şimdi o zemândayız ki, geçmiş ümmetlerde, böyle çok karanlık zemân gelince, büyük bir Peygamber gönderilerek, yeni bir din kurulurdu. Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu için ve bu ümmetin Peygamberi, Peygamberlerin sonuncusu olduğu için “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, bunların âlimlerine, İsrâîl oğullarının Peygamberlerinin mertebesi verilmişdir. Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” vazîfeleri, bu âlimlere yapdırılmakdadır. Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir (Müceddid) yenileyici, kuvvetlendirici seçerler. Bununla islâmiyyeti tâzelerler. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir (Ülül’azm) Peygamber gönderdikleri ve Onun işini bir Nebîye bırakmadıkları gibi, bu ümmetde de, tâm ma’rifetli, bilgili bir âlim, ârif seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki Ülül’azm Peygamberlerin işini yapar.
5:02 minutes ( 2.32 MB)