292 234-Mektub

Âhıreti de kalblerimizde büyült! Fakr ile öğünen ve dünyâ güzelliğinden sakınan Muhammed “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ” hurmetine, bu düâmızı kabûl eyle! Büyük âlim şeyh Muh­yiddîn-i Arabî dünyâdaki kötülüklerin, aşağılıkların ve bozuklukların özüne bakmadığı için, (Mümkinlerin hakîkatleri, Hak teâlânın kemâlle­rinin ilmdeki zılleridir, sûretleridir) dedi. (Bu sûretler, dışarda biricik varlık olan Zât-i teâlâ aynasında aks ederek dışarda görünmüşlerdir) de-di. (İlmdeki sûretler, Hak teâlânın şü’ûn ve sıfatlarından başka birşey değildirler) dedi. Bunun için de, (Vahdet-i vücûd) dedi. Mümkinlerin varlığını, Vâcibin varlığı sandı “teâlâ ve tekaddese”. Kötülük ve aşağılık, iyiliğe ve yüksekliğe göre meydâna çıkar. Tâm kötülük ve yalnız aşağılık diye birşey yokdur dedi. Hiçbirşeyin kendisi kötü değildir. Küfr ve dalâ­let, sapıklık bile, îmâna ve hidâyete bakınca kötü olur. Yoksa kendileri kö­tü değil, iyi ve yarar olduklarını sandı. Kâfirlerde ve fâsıklarda bunların bulunması, doğruluk olur, sapıklık olmaz, dedi. Hûd sûresinin ellialtıncı âyetinin, (Allahü teâlâ, her hayvanı dilediği gibi kullanmağa kâdirdir. Benim Rabbim hak ve adâlet üzeredir) meâl-i şerîfini kendine şâhid gös­termekdedir. Evet, vahdet-i vücûde inanan herkes böyle sözlerden çekin­mez. Bu fakîre bildirildiğine göre, mümkinlerin mâhiyyetleri, hakîkatle­ri, aslları, ademlerle, vücûdün bu ademlere aks etmiş ve birleşmiş olan ke­mâlleridir. Bunu yukarıda uzun bildirdik. Doğruyu meydâna çıkaran, an­cak Allahü teâlâdır. Doğru yola kavuşduran ancak Odur.

Oğlum! Allah adamlarının hiçbirinin ne açık olarak ve ne de işâret ede­rek söylememiş oldukları bu bilgiler ve ma’rifetler, çok şerefli, çok kıy­metli bilgilerdir. Bin sene sonra meydâna çıkan ve Vâcib-i teâlânın ha­kîkati ile mümkinlerin hakîkatlerini tâm uygun olarak anlatan yüksek bil­gilerdir. Kitâba ve sünnete uymayan ve doğru yolun âlimlerinin sözleri­ne benzemiyen bir yerleri yokdur. Resûlullahın “aleyhi ve alâ âlihissalâ­tü vesselâm” sanki ümmetine öğretmek için yapdığı, (Yâ Rabbî! Herşe­yin doğrusunu, bize olduğu gibi tâm göster!) düâsı, belki de, yukarıda bil­dirilen hakîkatlerin, mâhiyyetlerin gösterilmesi içindir. Bunlar (Ubû­diyyet), kulluk makâmında anlaşılır. Aşağılığı ve alçaklığı ve kırıklığı gör­meğe de işâret buyurmakdadır. Bunları görmek, kulluğa uygundur. Ze­vallı bir kulun, kendini sâhibi gibi bilmesi, hiç yakışır mı? Pek edebsiz­lik olur.

Oğlum! Şimdi o zemândayız ki, geçmiş ümmetlerde, böyle çok karan­lık zemân gelince, büyük bir Peygamber gönderilerek, yeni bir din kuru­lurdu. Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu için ve bu ümmetin Peygam­beri, Peygamberlerin sonuncusu olduğu için “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhi­müssalevâtü vetteslîmât”, bunların âlimlerine, İsrâîl oğullarının Peygam­berlerinin mertebesi verilmişdir. Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aley­him ecma’în” vazîfeleri, bu âlimlere yapdırılmakdadır. Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir (Müceddid) yenileyi­ci, kuvvetlendirici seçerler. Bununla islâmiyyeti tâzelerler. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir (Ülül’azm) Peygamber gönderdikleri ve Onun işini bir Nebîye bırakmadıkları gibi, bu ümmetde de, tâm ma’rifet­li, bilgili bir âlim, ârif seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki Ülül’azm Pey­gamberlerin işini yapar.