Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” kalbine gelen ilhâmlardan ba’zısının yanlış olması, şundan da ileri gelir ki, ilhâm olunan bilgilere benziyen, ba’zı yanlış başlangıçlar, hâtırına gelir. Bunları doğru sanır ve ilhâm olunan şeylere karışdırır. Böylece, ilhâm doğruluğunu gayb eder. Ba’zan da, keşflerde, rü’yâlarda, gizli şeyler, kendisine gösterilir. Bunları gördüğü gibi olacak sanır. Hâlbuki, onlara ma’nâ vermek, ta’bîr etmek lâzım geldiğini bilemez. Bunun için, söylediği şeyler meydâna çıkmaz. İşte böyle sebeblerden dolayı, keşf ve ilhâmlar, hatâlı olmakdadır.
Hiç yanlış olmıyan, güvenilecek, yalnız Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdir. Çünki her ikisi de, elbette doğru olan, vahy ile bildirilmişdir. Ya’nî melek ile indirilmişdir. Âlimlerin söz birliği ve müctehidlerin ictihâdı da, bu iki doğru kaynakdan alınmışdır. İşte, islâmiyyetin bu dört temeli dışında kalan bilgiler, her ne olursa olsun, bu dört esâsa uygun ise, kabûl edilir. Uygun olmıyanlar, Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” ilmleri, ma’rifetleri, keşfleri olsa da, [fen adamı olarak geçinen, fen taklîdcilerinin, tecribe ve isbât edilmiş bilgiler arasına, bozuk düşünceleri ile karışdırdıkları, hipotez, teori bile olmıyan sözleri olsa da], kabûl olunmaz.
[(Berîka) kitâbının doksandördüncü sahîfesinde diyor ki, (Edille-i şer’ıyyenin dört olması müctehidler içindir. Mukallidler ya’nî dört mezhebden birinde olanlar için delîl, sened, bulunduğu mezheb reîsinin ictihâdı ve sözüdür. Çünki mukallidler, âyetden ve hadîsden ahkâm çıkaramaz. Bunun içindir ki, mezheb imâmının sözü, Nassa ya’nî âyete ve hadîse uymuyor göründüğü zemân mezheb imâmının sözüne uyulur. Çünki (Nass) ictihâd istiyebilir. Yâhud, başka nassla değişmesi, te’vîl edilmesi, yanlış birşey olması, nesh edilmiş olması mümkindir. Bunları da ancak müctehid anlıyabilir)].
Tesavvuf yolunda bulunanların vecd ve hâlleri, keşf ve ilhâmları [ve fen taklîdcilerinin faraziyye ve nazariyyeleri] islâmiyyet terâzîsi ile dartılmadıkca, on para etmez. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf mi’yârı ile yoklamadıkça, kabûl edilmez. [Evliyânın keşf ve ilhâm ile edindikleri ba’zı bilgilerinde yanlışlık bulunabileceğini işiterek, bu büyüklerin, islâmiyyeti bildiren sözlerine inanılmaz demek, pek câhillik olur. Bunların, Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden ve din imâmlarından verdikleri haberler şübhesiz sağlam ve doğrudur. Meselâ, Abdülkâdir-i Geylânînin “rahmetullahi aleyh”, (Beş vakt nemâzın sünnetleri yerine, kazâ nemâzlarını kılıp, kazâları bir ân önce bitirmek lâzımdır) sözü, keşf ve ilhâm olmayıp, islâmiyyeti bildirmekdedir ve Ehl-i sünnet âlimlerinin yoludur “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Din bilgilerini, ilhâm, keşf sanıp, Evliyânın sened, vesîka değerindeki sözlerine inanmıyan kimse helâk olur.]
Tesavvuf yoluna girmek ve bu yolda ilerlemek islâmiyyetin bildirdiği şeylere, kalbin yakîn hâsıl etmesi, hakîkî îmâna kavuşması içindir ve islâmiyyetin emrlerini kolaylıkla, seve seve yapmak içindir. Bu ikisinden başka şeyler kazanmak için değildir. Çünki, Allahü teâlâyı görmek, âhıretde va’d edildi. Dünyâda görülemez. Tesavvufcuların müşâhede, tecellî diyerek övdükleri görünüşler, zıl ile, gölge ile avunmakdır. Benzeterek, sanarak, boşuna sevinmekdir. Allahü teâlâ, (Verâ-ül-verâ)dır. Ya’nî ötelerin ötesidir. Müşâhede ve tecellî dedikleri görünüşlerin iç yüzünü bildirirsem, bu yola yeni girenlerin çalışmakdan vaz geçmelerinden, şevk ve heveslerinin gevşemesinden korkarım. Fekat, hiç ağzımı açmazsam, bildiğim hâlde, herkesin yanlış şeyleri hakîkat sanmalarına göz yummuş olmaklığımdan da korkuyorum. Onun için, tekrâr söyliyeyim ki, tesavvufcuların müşâhedelerini, tecellîlerini, kelîmullah hazret-i Mûsânın “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” şâhid olduğu, Tûr dağına olan tecellî ile karşılaşdırmalı. Ona benzemeyince, gölgenin, hayâlin, asl ve hakîkat sanıldığı anlaşılmalıdır. O tecellîye benzemiyecekleri şübhesizdir. Çünki, O ve Onun tecellîsi, mahlûklara âid sıfatlardan, kaydlardan münezzehdir. Bu dünyâda ise, bu kaydlardan sıyrılmak mümkin değildir. İster kalbe tecellî olsun, ister dışarda tecellî olsun, bu kaydlar karışacakdır. Hâtem-ül-Enbiyâ “aleyhi ve aleyhim ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât”, bundan ayrıdır. O, dünyâda gördü ve kıl kadar değişmedi. Evet, Onun yolunda gidenlerin büyüklerine dünyâda, bu ni’met nasîb olur ise de, sayısız zıllerden, perdelerden birinin gerisinde olmakdadır. Tecellîye kavuşan, bunu anlasa da, anlamasa da bunlara perdesiz tecellî olamaz. Kelîmullah “aleyhi ve alâ nebiyyinesselâm” kendine tecellî etmediği hâlde, Tûr dağına olan tecellîyi görünce bayıldı, düşdü. Başkaları kim bilir ne olur?
Şunu da bildireyim ki, sevdiklerimizden birine, talebeyi yetişdirmek için, izn vermekden maksad, îmânın gevşediği, çok kimselerin yoldan çıkdığı, din bilgilerinin unutulduğu, bu fırtınalı zemânda, müslimân evlâdlarına Allah yolunu göstermesi, kendisinin de, talebesi ile uğraşırken, onlarla birlikde, ilerlemesi içindir. Bu inceliği iyi anlamalı ve ömrde geri kalan birkaç günlük fırsatda, çalışarak, talebe ile birlikde, ni’mete kavuşmalıdır. Yoksa, bu izni, büyüklük ve olgunluk alâmeti sanıp, maksaddan mahrûm kalmamalıdır. Bizim vazîfemiz bildirmekdir. Vesselâm.
7:09 minutes ( 3.3 MB)