263 217-Mektub

Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” kalbine gelen ilhâm­lardan ba’zısının yanlış olması, şundan da ileri gelir ki, ilhâm olunan bilgi­lere benziyen, ba’zı yanlış başlangıçlar, hâtırına gelir. Bunları doğru sanır ve ilhâm olunan şeylere karışdırır. Böylece, ilhâm doğruluğunu gayb eder. Ba’zan da, keşflerde, rü’yâlarda, gizli şeyler, kendisine gösterilir. Bunları gördüğü gibi olacak sanır. Hâlbuki, onlara ma’nâ vermek, ta’bîr etmek lâ­zım geldiğini bilemez. Bunun için, söylediği şeyler meydâna çıkmaz. İşte böyle sebeblerden dolayı, keşf ve ilhâmlar, hatâlı olmakdadır.

Hiç yanlış olmıyan, güvenilecek, yalnız Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf­lerdir. Çünki her ikisi de, elbette doğru olan, vahy ile bildirilmişdir. Ya’nî melek ile indirilmişdir. Âlimlerin söz birliği ve müctehidlerin ictihâdı da, bu iki doğru kaynakdan alınmışdır. İşte, islâmiyyetin bu dört temeli dışın­da kalan bilgiler, her ne olursa olsun, bu dört esâsa uygun ise, kabûl edi­lir. Uygun olmıyanlar, Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” ilm­leri, ma’rifetleri, keşfleri olsa da, [fen adamı olarak geçinen, fen taklîdci­lerinin, tecribe ve isbât edilmiş bilgiler arasına, bozuk düşünceleri ile ka­rışdırdıkları, hipotez, teori bile olmıyan sözleri olsa da], kabûl olunmaz.

[(Berîka) kitâbının doksandördüncü sahîfesinde diyor ki, (Edille-i şer’ıyyenin dört olması müctehidler içindir. Mukallidler ya’nî dört mezheb­den birinde olanlar için delîl, sened, bulunduğu mezheb reîsinin ictihâdı ve sözüdür. Çünki mukallidler, âyetden ve hadîsden ahkâm çıkaramaz. Bunun içindir ki, mezheb imâmının sözü, Nassa ya’nî âyete ve hadîse uymuyor gö­ründüğü zemân mezheb imâmının sözüne uyulur. Çünki (Nass) ictihâd is­tiyebilir. Yâhud, başka nassla değişmesi, te’vîl edilmesi, yanlış birşey olma­sı, nesh edilmiş olması mümkindir. Bunları da ancak müctehid anlıyabilir)].

Tesavvuf yolunda bulunanların vecd ve hâlleri, keşf ve ilhâmları [ve fen taklîdcilerinin faraziyye ve nazariyyeleri] islâmiyyet terâzîsi ile dartılma­dıkca, on para etmez. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf mi’yârı ile yoklama­dıkça, kabûl edilmez. [Evliyânın keşf ve ilhâm ile edindikleri ba’zı bilgile­rinde yanlışlık bulunabileceğini işiterek, bu büyüklerin, islâmiyyeti bildi­ren sözlerine inanılmaz demek, pek câhillik olur. Bunların, Kur’ân-ı kerîm­den, hadîs-i şerîflerden ve din imâmlarından verdikleri haberler şübhesiz sağlam ve doğrudur. Meselâ, Abdülkâdir-i Geylânînin “rahmetullahi aleyh”, (Beş vakt nemâzın sünnetleri yerine, kazâ nemâzlarını kılıp, kazâ­ları bir ân önce bitirmek lâzımdır) sözü, keşf ve ilhâm olmayıp, islâmiyye­ti bildirmekdedir ve Ehl-i sünnet âlimlerinin yoludur “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Din bilgilerini, ilhâm, keşf sanıp, Evliyânın sened, ve­sîka değerindeki sözlerine inanmıyan kimse helâk olur.]

Tesavvuf yoluna girmek ve bu yolda ilerlemek islâmiyyetin bildirdiği şey­lere, kalbin yakîn hâsıl etmesi, hakîkî îmâna kavuşması içindir ve islâmiy­yetin emrlerini kolaylıkla, seve seve yapmak içindir. Bu ikisinden başka şey­ler kazanmak için değildir. Çünki, Allahü teâlâyı görmek, âhıretde va’d edil­di. Dünyâda görülemez. Tesavvufcuların müşâhede, tecellî diyerek öv­dükleri görünüşler, zıl ile, gölge ile avunmakdır. Benzeterek, sanarak, bo­şuna sevinmekdir. Allahü teâlâ, (Verâ-ül-verâ)dır. Ya’nî ötelerin ötesidir. Müşâhede ve tecellî dedikleri görünüşlerin iç yüzünü bildirirsem, bu yola yeni girenlerin çalışmakdan vaz geçmelerinden, şevk ve heveslerinin gev­şemesinden korkarım. Fekat, hiç ağzımı açmazsam, bildiğim hâlde, herke­sin yanlış şeyleri hakîkat sanmalarına göz yummuş olmaklığımdan da kor­kuyorum. Onun için, tekrâr söyliyeyim ki, tesavvufcuların müşâhedeleri­ni, tecellîlerini, kelîmullah hazret-i Mûsânın “alâ nebiyyinâ ve aleyhisse­lâm” şâhid olduğu, Tûr dağına olan tecellî ile karşılaşdırmalı. Ona benze­meyince, gölgenin, hayâlin, asl ve hakîkat sanıldığı anlaşılmalıdır. O tecel­lîye benzemiyecekleri şübhesizdir. Çünki, O ve Onun tecellîsi, mahlûkla­ra âid sıfatlardan, kaydlardan münezzehdir. Bu dünyâda ise, bu kaydlardan sıyrılmak mümkin değildir. İster kalbe tecellî olsun, ister dışarda tecellî ol­sun, bu kaydlar karışacakdır. Hâtem-ül-Enbiyâ “aleyhi ve aleyhim ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât”, bundan ayrıdır. O, dünyâda gördü ve kıl kadar değişmedi. Evet, Onun yolunda gidenlerin büyüklerine dünyâda, bu ni’met nasîb olur ise de, sayısız zıllerden, perdelerden birinin gerisinde olmakda­dır. Tecellîye kavuşan, bunu anlasa da, anlamasa da bunlara perdesiz tecel­lî olamaz. Kelîmullah “aleyhi ve alâ nebiyyinesselâm” kendine tecellî et­mediği hâlde, Tûr dağına olan tecellîyi görünce bayıldı, düşdü. Başkaları kim bilir ne olur?

Şunu da bildireyim ki, sevdiklerimizden birine, talebeyi yetişdirmek için, izn vermekden maksad, îmânın gevşediği, çok kimselerin yoldan çıkdığı, din bilgilerinin unutulduğu, bu fırtınalı zemânda, müslimân evlâdlarına Allah yolunu göstermesi, kendisinin de, talebesi ile uğraşırken, onlarla birlikde, ilerlemesi içindir. Bu inceliği iyi anlamalı ve ömrde geri kalan birkaç gün­lük fırsatda, çalışarak, talebe ile birlikde, ni’mete kavuşmalıdır. Yoksa, bu izni, büyüklük ve olgunluk alâmeti sanıp, maksaddan mahrûm kalmama­lıdır. Bizim vazîfemiz bildirmekdir. Vesselâm.