262 217-Mektub

Yâhud, Cebrâîl aleyhisselâmın ma’sûm olması, emîn olması ve hiç yanılmaması, vahy şeklinde getirdiği şeylerdedir. Ya’nî, Allahü teâlâ tarafından indirdiği şey­lerde, yanlışlık ihtimâli yokdur. Bu genç için getirdiği haber ise vahy değil­dir. Levh-i mahfûzda görüp öğrendiği birşeyi haber vermişdir. Levh-i mah­fûzda yazılı şeyler, silinip değişdirilebildiğinden, buradan öğrenilen ha­berler yanlış olabilir. Allahü teâlâ tarafından getirilen şeylerin ise, yanlış ol­mak ihtimâli yokdur. Şehâdet ile ihbâr arasında fark vardır. İslâmiyyetde, şâhid olmak kabûl olunur. Haber vermeğe ise güvenilmez.

Kazâ, ya’nî Allahü teâlânın yaratacağı şeyler, iki kısmdır: (Kazâ-i mu’al­lak), (Kazâ-i mübrem). Birincisi, şarta bağlı olarak, yaratılacak şeyler de­mekdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veyâ hiç yaratılmaz. İkinci­si, şartsız, muhakkak yaratılacak demek olup, hiçbir sûretle değişmez, muhakkak yaratılır. Kaf sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (Sö­zümüz değişdirilmez) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, kazâ-i mübremi bildir­mekdedir. Kazâ-i mu’allak için de, Ra’d sûresinde, (Allahü teâlâ, dilediği­ni siler, dilediğini yazar) meâlindeki, yirmidokuzuncu âyet-i kerîme vardır. Hocam, Muhammed Bâkî-billah “kuddise sirruh” buyurdu ki, seyyid Ab­dülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, ba’zı kitâblarında buyurmuş ki, (Ka­zâ-i mübremi kimse değişdiremez. Fekat ben, istersem, onu da değişdire­bilirim). Bu söze şaşar ve olacak şey değildir derdi. Hocamın bu sözü, uzun zemândan beri, zihnimi kurcalamışdı. Nihâyet, Allahü teâlâ, bu fakî­ri de, bu ni’meti ihsân etmekle şereflendirdi. Bir gün, sevdiklerimden bi­rine, bir belâ geleceği, ilhâm olundu. Bu belânın geri döndürülmesi için, ce­nâb-ı Hakka çok yalvardım. Bütün varlığım ile, Ona sığındım. Korkarak, sızlıyarak, çok uğraşdım. Bu belânın, Levh-i mahfûzda kazâ-i mu’allak olmadığını, bir şarta bağlı olmadığını gösterdiler. Çok üzüldüm, ümmîdim kırıldı. Abdülkâdir-i Geylânînin “kuddise sirruh” sözü hâtırıma geldi. İkinci def’a olarak, tekrâr sığındım, çok yalvardım. Aczimi, zevallılığımı gös­tererek niyâz etdim. Lutf ve ihsân ederek kazâ-i mu’allakın iki dürlü oldu­ğunu bildirdiler: Birisinin şarta bağlı olduğu, levh-i mahfûzda gösteril­miş, meleklere bildirilmişdir. İkincisinin şarta bağlı olduğunu, yalnız Alla­hü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda, kazâ-i mübrem gibi görülmekdedir ki, bu kazâ-i mu’allak da, birincisi gibi değişdirilebilir. Bunu anlayınca, Abdülkâ­dir-i Geylânînin “kuddise sirruh” sözündeki, kazâ-i mübremin, bu ikinci kısm kazâ-i mu’allak olduğunu ve kazâ-i mübrem şeklinde görüldüğünü, yoksa, hakîkî kazâ-i mübremi değişdiririm demediğini anladım. Böyle ka­zâ-i mu’allakı, pekaz kimseye tanıtmışlardır. Yâ, bunu değişdirebilecek kim bulunabilir? O sevdiğim kimseye, gelmekde olan belânın, bu son kısm kazâdan olduğunu anladım ve Hak “sübhânehu ve teâlâ”nın bu belâyı geri çevirdiği ma’lûm oldu. Allahü teâlâya, bunun için çok şükr olsun! Ona sevdiği ve beğendiği gibi şükrler olsun ve bütün insanların en üstünü ve Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâya “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Ona yakın olanların ve Eshâbının hep­sine “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” salât ve selâm ve tehıyyetler ol­sun! Allahü teâlâ, Onu âlemlere rahmet olarak gönderdi. Yâ Rabbî! Kalb­lerimizi Onun sevgisi ile doldur. Hepimizi Onun yolunda bulundur! Bu dü­âya âmîn diyenlere, Allahü teâlâ merhamet etsin!