196 160-Mektub

Böylece, mahlûkla­rın işlerini Allahü teâlâ yaratmakdadır. Kötü şeyleri yaratmak, kötü değil­dir. Belki kötü şeyleri yapmak ve kesb etmek kötüdür.

Tesavvuf büyüklerinin üçüncüsü, vahdet-i vücûde inanırlar. Hâricde yalnız birşey vardır derler. Bu bir varlık, Hak teâlânın zâtıdır, kendisidir der­ler. Âlem hâricde yokdur. İlmde vardır derler. Varlıkdan hiçbir koku tat­mamışdır derler. Bunlar da, âlemi Hak teâlânın zılli bilirler. Fekat, bu zıl olan, görüntü olan varlık his mertebesindedir. Doğrusu dışarda hiçbirşey yokdur derler. Hak teâlânın zâtında kendi sıfatları ve mahlûkların sıfatla­rı vardır bilirler. Bu sıfatların yukardan aşağı azalma derecelerini, merte­belerini sayarlar. Her mertebede, o bir zâtı, o mertebeye uygun özellikler­de birlikde bilirler. Acıyı, tatlıyı duyan hep odur. Fekat vehmde, hisde var olan bu zıl, gölge gibi perdeler arkasında durmakdadır derler. Bunla­rın sözlerinin akla ve islâmiyyete uymayan yerleri çokdur. Böyle yerlere ce­vâb vermek için çok sıkıntı çekerler. Bunlar da, kavuşmuş ve kavuşdukla­rı derecelere göre yükselmişdir. Fekat bunların sözleri, müslimânların yoldan çıkmalarına sebeb olmakda, ilhâd ve zındıklığa sürüklemekdedir.

Birinciler en kâmil, çok tâm ve sakatsız ve Kitâba, sünnete uygundurlar. Sakatsızlıkları ve uygunlukları meydânda ise de, olgun ve temâm olmala­rı şöyledir ki, insanın varlığının birkaç mertebesi, çok latîf ve maddelikden çok uzak olup, başlangıca benzemekde, oraya tâm bağlılığı bulunmakdadır. İnsandaki, (Hafî) ve (Ahfâ) böyledir. Bunun için, birçokları, sırrın Fenâ­sına kavuşdukları hâlde, bu mertebeleri başlangıcdan ayıramamışlar. Böy­lece (Lâ ilâhe) derken, bunları yok bilememişler, bunları başlangıc ile ka­rışdırmışlar, birleşdirmişler. Kendilerini Hak teâlâ sanmışlar, dışarda [ya’nî ilmde ve vehmde değil, bunların dışında] yalnız Hak teâlâ vardır. Bizim hiç varlığımız yokdur demişler ise de, dışarda çeşidli eserler bulunduğundan, ilmde var olduklarını söylemişlerdir. Yine bundandır ki, (A’yân) ya’nî eş­yâ, varlıkla yokluk arasında bir geçiddir demişlerdir. Mahlûkların varlıkla­rının mertebelerinden birkaçının başlangıcdan başka olmadığını görerek, varlıkları lâzımdır diyemedikleri için, varlıkla yokluk arasında geçid olduk­larını söylemişlerdir. Böylece, mahlûklara vâciblikden birşey bulaşdırmış­lardır. Bu şeylerin, mahlûkların olduğunu, fekat ismde ve görünüşde olsa bile, Vâcibe benzediklerini anlamamışlardır. Bu şeyleri başka bilselerdi ve mahlûkları Vâcibden tâm ayırsalardı, kendilerini Hak teâlâ olarak hiç gör­mezlerdi. Âlemi, Hak teâlâdan ayırırlardı. Varlığın bir olduğunu sanmaz­lardı. Bir kimseden eser bâkî kalmadıkca, kendinden eser kalmadığını bil­se bile, kendini Hak bilmez. Bu da, onun kısa görüşlü olmasındandır.

İkinci âlimler, her ne kadar bu mertebeleri de başlangıcdan ayrı gördü­ler ve (Lâ ilâhe) derken yok bildiler. Fekat, aslın zıl ile olan bağlılığından dolayı, bunların varlıklarının artıklarından birşey, mevcûd kaldı. Çünki, zıl­lin asla bağlılığı vardır. Zıl ile aslın başkalığı görüşlerinden gayb oldu.

Birinci âlimler, Peygamberlerin sonuncusuna “aleyhi ve aleyhim mines­salevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” çok bağlı oldukları için, mahlûkların bütün mertebelerini, Vâcibden ayırdılar. Bunların hepsini (Lâ ilâhe) derken yok etdiler. Mahlûkların Vâcib ile hiçbir bağlılığını gör­mediler.