195 160-Mektub

160
YÜZALTMIŞINCI MEKTÛB

Bu mektûb, kölelerinin en aşağısı olan bu fakîre, ya’nî [(Mektûbât)ın bi­rinci cüz’ünü toplamakla şereflenen] Yâr Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânîye yazılmışdır. Tesavvuf büyüklerinin üç dürlü olduğu ve herbirinin hâlleri bildirilmekdedir:

Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” üç dürlüdür:

Birincilere göre, âlem, ya’nî bütün varlıklar, Allahü teâlânın yaratma­sı ile dışarda vardır. Âlemde bulunan herşeyin özelliklerini de Allahü te­âlâ yaratmışdır. İnsanları cism olarak bilirler, madde olarak bilirler. Bu cis-mi de, Allahü teâlâ yaratmışdır derler. Yokluk denizine öyle dalmışlardır ki, ne âlemden haberleri vardır, ne de kendilerinden haberleri vardır. Baş­kasının elbisesini giymiş kimseye benzerler. Bu elbisenin kendilerinin ol­mayıp başkasının olduğunu bilirler. Böyle bilmeleri o kadar artar ki, elbi­seyi, sâhibinde bilirler, kendilerini çıplak sanırlar. Böyle bir kimseyi (Sekr), şü’ûrsuzluk hâlinden kurtarıp, (Sahv) şü’ûrlu hâle getirirlerse, ya’nî Fenâ­dan sonra Bekâ ile şereflendirirlerse, elbiseyi kendi üzerinde görür. Fekat, başkasının olduğunu iyi bilir. Çünki önceki Fenâ, şimdi bilgi ile birlikdedir. Elbiseye tutulması, bağlılığı hiç kalmamışdır. Bunun gibi, kendi üstünlük­lerini, iyiliklerini, elbise gibi başkasının bilirler. Fekat, bu elbiseyi vehmde, hayâlde bilirler. Dışarda elbise yokdur. Kendilerini çıplak sanırlar. Böyle görüşleri, öyle çoğalır ki, vehmdeki elbiseyi de atarlar. Kendilerini çıplak bulurlar. Sekrden kurtulup sahva gelince, vehmdeki elbiseyi de yanlarında bulurlar. Fekat, birinci şahsın Fenâsı tâmdır. Bundan hâsıl olan Bekâsı da dahâ olgundur. Bunu, inşâallahü teâlâ dahâ sonra açıklayacağız. Bu büyük­ler, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” Ki­tâbdan ve sünnetden çıkardıkları ve sözbirliği ile bildirdikleri îmân bilgi­lerinin hepsine, öylece inanırlar. Kelâm âlimleri ile bunların arasında hiç­bir ayrılık yokdur. Kelâm âlimleri, bu bilgileri öğrenerek ve düşünerek bul­muşlar. Bunlar ise, keşf ile, zevk ile anlamışlardır. Bu büyükler, âlemin Al­lahü teâlâya hiçbir bakımdan benzerliği, bağlılığı yokdur derler. Nerede kal­dı ki, Onun kendisidir veyâ parçasıdır demiş olsunlar. Allahü teâlâ, Mâlik­dir, yaratıcıdır, insanlar ise, Onun kullarıdır ve mahlûklarıdır derler. Ken­dilerini hâl kaplayınca, bu bağlılığı bile unuturlar. Tâm fenâ ile şereflenir­ler. Tecelliyât-i zâtiyyeye kavuşurlar. Sonsuz tecellîlere mazhar olurlar.

Tesavvuf büyüklerinin ikincisi, âleme Hak teâlânın zılli, görüntüsü der­ler. Fekat bunlar da, âlemin dışarda mevcûd, var olduğuna inanırlar. Bu var­lık, kendi varlıkları değildir. Bir görüntü gibi varlıkdır derler. Bu varlıklar, Allahü teâlânın varlığı ile dışarda mevcûddür derler. İnsan ile gölgesi gi­bidir. Bir insanın gücü yetse, kendi sıfatlarını, özelliklerini, meselâ bilgisi­ni, gücünü, irâdesini, hattâ acı ve tatlı duymasını, kendi gölgesine de vere­bilse, meselâ o gölge ateşe rastlarsa acı duysa, aklı olan ve âdetlere uyan bir kimse, o gölgenin sâhibi acı duydu demez. Üçüncü kısm âlimlerinin böy­le dediklerini aşağıda göreceğiz. Bunun gibi, insanların kötü işlerinin hiç­birine, Hak teâlânın işidir denilemez. Meselâ gölge, kendi isteği ile hare­ket etmiş olsa, gölgenin sâhibi olan kimse, hareket ediyor denilemez. O kim­senin gücü ile ve irâdesi ile hareket ediyor denilebilir.