Evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibidir; kusûr sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyâya dil uzatılmaz. Belki, hatâ edene de, bir derece sevâb verilir. Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatâlı işlerde sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünki ilhâm ve keşf, ancak sâhibi için seneddir. Başkalarına sened olamaz. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için seneddir. O hâlde, Evliyânın yanlış ilhâmlarına, keşflerine uymak câiz değildir. Müctehidlerin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” hatâ ihtimâli olan sözlerine de uymak câiz ve hattâ vâcibdir.
Tesavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden ba’zısının, bu mahlûklar aynasında gördükleri de, böyledir. İster (Şühûd-i vahdet) desinler, ister (Şühûd-i ehâdiyyet) desinler, Allahü teâlâda, mahlûk sıfatları yokdur ki, mahlûklarda görülebilsin. Mekânı, yeri olmıyan, bir yerde yerleşmez. Mahlûklara hiç benzemiyeni, mahlûkların dışında aramak lâzımdır. Yeri olmıyanı, madde ve mekânın dışında aramalıdır. Âfâkda ve enfüsde, ya’nî insanın dışında ve kendisinde görülen herşey O değildir. Onun alâmetleridir. Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirreh” buyurdu ki, (Görülen, işitilen ve bilinen herşey, O değildir. Bunları, lâ ilâhe derken yok etmelidir). Fârisî iki beyt tercemesi:
Süâl: Nakşibendiyye ve diğer tesavvuf büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, vahdet-i vücûd, ihâta, kurb, ma’ıyyet-i zâtiyye ve kesretde vahdeti görmek ve kesretde ehâdiyyeti görmek gibi şeyler olduğunu açıkça söylemişlerdir. Bu sözlere ne dersiniz?
Cevâb: Bunları, tesavvuf yolunun ortalarında görmüşlerdir. Sonra bu makâmları geçmişlerdir. Nitekim, bu fakîr kendi hâlimin de, böyle olduğunu yukarıda yazmışdım. Şunu da bildirelim ki, ba’zı büyüklerin bâtını [kalbi ve rûhu], hiçbirşeye benzemiyen bir mevcûdu ararken, zâhiri, bedeni mahlûklar arasında olduğu için, vahdet-i vücûd bilgisi ile şereflendirirler. Bâtını, bir olan mevcûdu ararken, zâhiri, Onu mahlûkların aynasında görmekdedir. Nitekim, kıymetli babamın böyle olduğunu, yukarıda bildirmişdim. Vahdet-i vücûd derecelerini bildirdiğim uzun mektûbda, dahâ uzun anlatmışdım. Burada kısa kesmek uygundur.
Süâl: Hâlık başka, mahlûk başka olunca ve Zât-i ilâhî, mahlûklara yakın olamaz, ihâta etmez deyince ve Allahü teâlâ bu dünyâda görülemez ise, bu büyüklerin sözleri yanlış olmaz mı?
Cevâb: Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Meselâ, aynaya bakan bir kimse, şeklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz de, yerinde değildir. Çünki, aynada sûretini görmemişdir. Çünki, aynada sûret, şekl yokdur ki görsün. Fekat bu kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü ma’zûr görürüz.
Büyüklerin, saklamak gereken böyle hâllerini bildirmelerine sebeb, başkasını taklîd etmediklerinin anlaşılması içindir. Vahdet-i vücûdu kabûl edenler de, inkâr edenler de, kendi keşf ve ilhâmlarını söylemişlerdir. Keşf, ilhâm, başkalarına sened olamaz ise de, ilhâm olunan zât için, kıymeti inkâr olunamaz.
İkinci cevâb olarak deriz ki, herhangi iki şey arasında, ortak olan sıfatlar ve ayrı olan sıfatlar vardır. Mahlûklar, Allahü teâlânın kendisinden her bakımdan ayrı oldukları hâlde, görünüşde müşterek olan cihetler de vardır. Allahü teâlânın sevgisi, bir kimseyi kaplayınca, ayrılığa sebeb olan noktalar, görünmeyip, müşterek olanlar kalıyor. Hâlık ile mahlûk, birbirinin aynıdır diyerek gördüklerini doğru söyliyorlar. Sözleri yalan olmıyor. Zât-ı ilâhînin yakın olması, ihâta etmesi için olan sözleri de, böyle söylemişlerdir, vesselâm.
5:39 minutes ( 2.61 MB)