055 31-Mektub

Evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda ya­nılması gibidir; kusûr sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyâya dil uzatılmaz. Belki, hatâ edene de, bir derece sevâb verilir. Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatâlı iş­lerde sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünki ilhâm ve keşf, ancak sâhibi için seneddir. Başkalarına sened olamaz. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için seneddir. O hâl­de, Evliyânın yanlış ilhâmlarına, keşflerine uymak câiz değildir. Müctehid­lerin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” hatâ ihtimâli olan sözlerine de uymak câiz ve hattâ vâcibdir.

Tesavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden ba’zısının, bu mahlûklar aynasın­da gördükleri de, böyledir. İster (Şühûd-i vahdet) desinler, ister (Şühûd-i ehâ­diyyet) desinler, Allahü teâlâda, mahlûk sıfatları yokdur ki, mahlûklarda gö­rülebilsin. Mekânı, yeri olmıyan, bir yerde yerleşmez. Mahlûklara hiç ben­zemiyeni, mahlûkların dışında aramak lâzımdır. Yeri olmıyanı, madde ve me­kânın dışında aramalıdır. Âfâkda ve enfüsde, ya’nî insanın dışında ve ken­disinde görülen herşey O değildir. Onun alâmetleridir. Evliyânın büyükle­rinden Behâeddîn-i Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirreh” buyurdu ki, (Görülen, işitilen ve bilinen herşey, O değildir. Bunları, lâ ilâhe derken yok etmelidir). Fârisî iki beyt tercemesi:

Her şekl dardır, ma’nâ, nasıl sığar? dilenci kulübesinde, sultânın ne işi var? Şekle bakan gâfil, ma’nâdan ne anlar? cemâli görmeyince, cânânla ne işi var?

Süâl: Nakşibendiyye ve diğer tesavvuf büyükleri “rahmetullahi teâlâ aley­him ecma’în”, vahdet-i vücûd, ihâta, kurb, ma’ıyyet-i zâtiyye ve kesretde vahdeti görmek ve kesretde ehâdiyyeti görmek gibi şeyler olduğunu açık­ça söylemişlerdir. Bu sözlere ne dersiniz?

Cevâb: Bunları, tesavvuf yolunun ortalarında görmüşlerdir. Sonra bu ma­kâmları geçmişlerdir. Nitekim, bu fakîr kendi hâlimin de, böyle olduğunu yukarıda yazmışdım. Şunu da bildirelim ki, ba’zı büyüklerin bâtını [kalbi ve rûhu], hiçbirşeye benzemiyen bir mevcûdu ararken, zâhiri, bedeni mah­lûklar arasında olduğu için, vahdet-i vücûd bilgisi ile şereflendirirler. Bâ­tını, bir olan mevcûdu ararken, zâhiri, Onu mahlûkların aynasında görmek­dedir. Nitekim, kıymetli babamın böyle olduğunu, yukarıda bildirmişdim. Vahdet-i vücûd derecelerini bildirdiğim uzun mektûbda, dahâ uzun anlat­mışdım. Burada kısa kesmek uygundur.

Süâl: Hâlık başka, mahlûk başka olunca ve Zât-i ilâhî, mahlûklara ya­kın olamaz, ihâta etmez deyince ve Allahü teâlâ bu dünyâda görülemez ise, bu büyüklerin sözleri yanlış olmaz mı?

Cevâb: Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Meselâ, aynaya bakan bir kimse, şeklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz de, yerinde değildir. Çünki, aynada sûretini görmemişdir. Çünki, aynada sûret, şekl yokdur ki görsün. Fekat bu kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü ma’zûr görürüz.

Büyüklerin, saklamak gereken böyle hâllerini bildirmelerine sebeb, başkasını taklîd etmediklerinin anlaşılması içindir. Vahdet-i vücûdu kabûl edenler de, inkâr edenler de, kendi keşf ve ilhâmlarını söylemişlerdir. Keşf, ilhâm, başkalarına sened olamaz ise de, ilhâm olunan zât için, kıyme­ti inkâr olunamaz.

İkinci cevâb olarak deriz ki, herhangi iki şey arasında, ortak olan sıfat­lar ve ayrı olan sıfatlar vardır. Mahlûklar, Allahü teâlânın kendisinden her bakımdan ayrı oldukları hâlde, görünüşde müşterek olan cihetler de var­dır. Allahü teâlânın sevgisi, bir kimseyi kaplayınca, ayrılığa sebeb olan nok­talar, görünmeyip, müşterek olanlar kalıyor. Hâlık ile mahlûk, birbirinin aynıdır diyerek gördüklerini doğru söyliyorlar. Sözleri yalan olmıyor. Zât-ı ilâhînin yakın olması, ihâta etmesi için olan sözleri de, böyle söyle­mişlerdir, vesselâm.